Doğanın intikamı acı oluyor. Kirli hava, kirli toprak derken, denizlerimizin de canına okuduk. Henüz diğerlerini çözemezken, şimdi de deniz salyası çıktı başımıza.
Biz sorunların üzerine ciddi şekilde değil, (dostlar alışverişte görsün) kafasıyla yürüyen bir milletiz. Yıllar önce hava kirliliğini ithal kömür ve doğalgazla çözmeye çalıştık. Ama fiyatlar artınca, dar gelirlileri ve küçük şehirleri ucuz olduğu için yine linyit kömürle ısıttık. Öyle olunca, kışları çok yerde kirli havayı geri getirdik. Zirai ilaçlarla topraklarımızı, sularımızı zehirledik, mevsiminde yemediğimiz sera üretimi sebzelerle kanseri patlattık. Tavuklarımızı bile insan sağlığına zararlı hormonlarla semirttik. Şöyle üç-beş göz boyayıcı tedbirden sonra, yine bildiğimizi okuduk.
Fabrikaların atıklarını denizlere, göllere, nehirlere saldık. Her tarafı kirlettik ve mahvettik. Denizlerimiz yüzde 96 karadan kirletilmesine rağmen, biz tuttuk deniz araçlarımıza cezayı basarak, mavi kart uygulamasıyla bütün dünyayı kendimize güldürdük. Belediyeler ve oteller arıtma tesisleri yapacaklardı, yapanlar enerji masrafından kurtulmak için tesisleri doğru dürüst çalıştırmadılar. Bunu bile kontrol edemedik. Herkes denize bastı kirli su ve atıklarını. Çevre Bakanlığını kurduk. Birkaç yıl içinde bu bakanlığı etkisiz hale getirdiler, önce orman sonra da Şehircilik Bakanlığının içinde erittiler. Özel Çevre Koruma Kurumunu kurduk, onun da tabelasını ve işlevini değiştirdiler, Tabiat Varlıklarını Koruma Kurumuna çevirdiler. Tabiatımız, doğal güzelliklerimiz, ormanlarımız en çok bu dönemde mahvoldu.
Balık Çiftliklerinin yarattığı ve bazı yerlerde turizmi zorlayan kirlilik hala sürüyor. Gidin bakın altlarına ve çevresine, denizlerimizin oksijen kaynağı olan posedonya çayırları yok olmuş, suyun içi bulanmış, altında hayat ölmüş. Yıllarca yaptığımız mücadele sonucu yetkililer, çiftlikleri iki mil açığa alarak kirlilik sorununu çözmeye kalkışınca, martıları bile güldürdüler. Balık çiftlikleri ekonomimize büyük katkı sağlıyor. Avrupa’da yenen her 3 balıktan biri bizim çiftliklerden gidiyor. İhracattan iyi para kazanıyoruz. İyi de üretimi denizlerimizi kirletmeden de yapabilir, çiftlikleri turizm bölgelerinin dışına taşıyabilir, havuzların altına bir örtü gererek, balık yem ve dışkılarının suyu kirletme zararını önleyebiliriz. Bunu süratle yapmazsak, Ege’yi daha da kirletmeye devam ederek, çok yakın bir gelecekte denizde yüzemeyebilir ve turizme büyük zararlar verebiliriz.
İskender Aruoba ülkemizin iyi yetişmiş, deneyimli ve donanımlı bir insanıdır. Sadece otomotiv sektörünün duayeni değil, kültür balıkçılığını ilk yapan kişilerden de biridir. Hala yapılamayan yerli otomobili bizim İskender’e bıraksalardı, bugün çoğumuz onun yaptığı yerli aracı kullanıyor olacaktık. Neyse konumuz o değil, balık çiftlikleri… İskender Aruoba bundan 14 yıl önce, balık çiftliklerindeki kirliliği önleyecek ve atıkları filtre edecek bir icatta bulunarak, çok büyük bir ödül kazandı. Bulduğu ve Tarım Bakanlığınca da desteklenen icadına göre, balık üretim havuzlarının altına serilecek ve otomatik olarak değişebilecek bir örtüyle, balık yem ve dışkısının denizi kirletmesine engel olacaktı. Ancak uygulama çalışmalarını hedefine götüreceği sırada, Çevre Bakanlığı denizleri kirletiyorsun diye kendisine 79 bin lira ceza kesti. Martılar bu cezaya da eğer kasıkları varsa tutarak tekrar gülüp durmuşlardır.
Bu proje ne oldu biliyor musunuz? İtalya’nın Salerno Üniversitesi ile Girit’in Heraklion Üniversitesi, bu bizim Türk buluşunu Ege ve Akdeniz’de uygulamak için çalışmalarını büyük bir hızla ve çok ciddi bir şekilde sürdürüyor. Yani biz, kendi bulduğumuz formülü ülkemizde uygulayacakken, başka ülkelere kaptırıyor ve muhtemelen ilerde bunu onlardan çok büyük paralar ödeyerek satın alıp, denizlerimizi balık çiftliklerinin yarattığı kirlilikten kurtarmaya kalkıyoruz. Allah akıl fikir vermesine veriyor da, onu başkasına kaptırmama becerisinden bizi mahrum ediyor galiba.
Deniz salyası (müsilaj) yetmedi sanki, şimdi bir de kahverengi Saregassum yosunları Ege denizini, kıyılarını ve koylarını tehdit etmeye başladı. Bu da çok tehlikeli bir gelişme. İlgili kurumların ve Üniversitelerimizin derhal bu konunun da üzerine eğilmesi lazım. Deniz salyaları ile çok komik bir şekilde mücadele etmeye başladık. İğneyle kuyu kazıyoruz sanki. Salyaları borularla ve pompalarla çekiyor, onları plastik muhafazalara dolduruyor, sonra da bir yerlere atıyoruz ama neresi belli değil. Sır gibi saklıyorlar bunu. Türkiye’ye turist göndermesini istediğimiz ülkelerin televizyonları, sanki tüm sahillerimiz deniz salyasına bulanmış gibi veriyorlar görüntü ve haberleri. Bu durumda salyalar, virüs salgınından da beter bir zarar yaratabilir ülkemize.
Günlük politikalarla yönetilmenin, plansız-programsız hareket etmenin zararlarını yaşıyoruz artık. Şu deniz kirliliği konusunda yıllar önce ciddi çalışmalara başlasaydık eğer, bugün başımıza salya felaketi gelmeyecekti. Arıtma tesislerini doğru dürüst yaptırsak, çalıştırsak ve kontrol etseydik, denizlerimiz bu denli kirlenir miydi acaba? Bizim bunları denetleyecek, sistemi ciddi şekilde çalıştıracak imkanlarımız ve bolca personelimiz var ama biz doğal zenginliklerimizi onlara değil, Allah’a havale ediyoruz hep. Çevre Bakanlığında binlerce amir, memur çalışıyor. Bunlar ne yaparlar, niçin masalarından kalkıp da çevreyi bir kolaçan etmezler? Kim kirletiyor, kim tahrip ediyor niye bakmazlar?
Türkiye’nin mutlaka ve iyice bir temizlenmeye ihtiyacı var. Siyasi çevresi de temizlenmeli, tüm kurumları ve çalışma sistemleri de… Bu kirlilikle devam edeceksek hayatımıza, daha çooook salyalara bulaşır, başımızı daha büyük belalara sokar, kurtulmamızı da giderek daha zorlaştırırız.