Ülkelerin; ekonomileri, siyasetleri, sosyal yapıları, tıpkı insanlar gibi doğdukları coğrafyaya yaşadıkları iklime, çevrelerindeki sosyal dokuya ve değerlendirebildikleri ya da değerlendiremedikleri fırsatlara göre şekilleniyor.
Son iki yıl içerisinde ülke olarak yaşadıklarımız ve daha öncesinde yapılan mücadelelerin bir noktada gelip tıkanması, çıkış yollarının rakipler tarafından ardı ardına kapatılması, ülke olarak olmak istediğimiz hedeflere gitme noktasında sürekli bizi geri bırakıyor.
ABD ikinci dünya savaşı sonrasında kendi parasını, adeta damarlar içinde dolaşan kan gibi kullanarak ve kılcalların dolar götürdüğü ülkeleri beslemesine ve büyütmesine yol açarken, dolar gitmeyen ülkelerin kangren olmasına yol açtı.
Sen ne kadar çalışırsan çalış ne kadar çabalarsan çabala, damardan akış kesildiğinde ülkeler krize girmekte iç karışıklıklar, darbeler, ekonomik krizler baş göstermektedir.
Bunun Brezilya, Venezuela, İran gibi pek çok örneği ortadadır. Ortak çıkarları ve olası riskleri olmasa Çin ve Rusya’yı da buna dahil etmek isteyeceklerdir. Ancak şimdilik bu riskleri göze alamadıkları için şimdilik sadece tehdit etmekle yetiniyorlar.
Türkiye bu işin neresinde?
Türkiye, alt edilenler ve alt edilecekler kategorisinden sonraki en büyük tehdit olarak görünüyor. Doğrudan müdahalelerden ziyade ambargo, ekonomik yaptırımlar, iç ve dış maşalar, terör örgütleri ellerine ne geçerse Türkiye’nin üzerine fırlatır durumdalar.
İşin aslı kurguladıkları dünyada Türkiye’yi hala büyük bir tehdit olarak görmedikleridir ki; bu iyi bir şey.
Erdoğan – Biden görüşmesinden beklendiği gibi bir şey çıkmadı herkes kendi pozisyonunu korudu, kendi tezlerini savundu. ABD gibi güç zehirlenmesi olan ülke ve başkanlarıyla müzakere ve ikili ilişkiler ve çıkarlar hep boş laflardan ibarettir.
Senden talepleri olur yapanla çalışır, yapmayanı değiştirmeye çalışır, değiştiremezse “level” atlar daha ileri operasyon ve yöntemleri kullanır; bu doğrudan müdahale ya da yanı başınızdakini size saldırtana kadar devam eder.
Bu aşamaları ve izlenen politikaların ne gibi aşamalardan geçeceğini Ülkeyi yönetenler gayet iyi biliyorlar. Yerli savunma sanayii diye yıllardır tutturmaları ondan.
Sorun şu ki damarları ve damarın içindeki doları onlar kontrol ediyor, şimdiye kadar İran ve Venezuela örneklerinde olduğu gibi kendi yeraltı kaynaklarını sattırmayıp varlık içinde yokluk yaşamasına sebep oldular.
Bizler, yerli yatırımcının bir akımla piyasalara girip bir hışımla çıkmasının ardından, yabancı sermaye beklemeye devam ediyoruz. Paranın kontrolünü elinde tutanlar Türkiye’ye para akışının önünde engel olmaya devam ediyorlar, bizde kendi ayağımıza sıkmaya devam ediyoruz.
Bu şartlarda bir orta yol bulmak, S400 ya da diğer konularda anlaşma zemini bulmak çok önemli. Ancak bunun ricayla ya da mantıklı çıkarımlarla anlatarak muhatımızın “Oh my god” ne kadar hata yapmışım demesini beklemek yanlış olur.
Çin’le yapılan swap anlaşması ve bunun başkan görüşmeleri öncesi açıklanması, doğalgaz ve petrol araştırmalarına hız verilmesi bir yandan Nato ve Avrupa birliği ile ilişkilerin geliştirilmesi diğer yandan kararlı duruş, bizim ‘taşı delen suyun gücü değil, damlanın kararlılığıdır’ misali sonuca vardıracaktır.
Bu sürecin özellikle ekonomik anlamda kolay olmayacağı açıktır. Döviz açığı bizim en zayıf tarafımız olarak görünüyor, basılan TL’nin enflasyonist baskı yaratması kaçınılmazken, faiz azaltma iştahının kabarması, kurdaki tahriki artıracak 90’lar sarmalına sürüklenme riski doğuracaktır.
Borsalar su bekleyen çorak topraklar misali yatırımcı yatırımcı beklemekte, ancak dünya borsalarının coşku ve istikrarını bırakıp, Türkiye borsasında risk almak isleyen yabancı yatırımcı en azından şimdilik görünmemektedir.
Geçen haftaki para çıkışına ek olarak doğrudan yatırımcı bile yılsonu karlılıklarını (yaklaşık 3 milyar dolar) alarak ülkemiz enstrümanlarına yatırım yapmayı tercih etmedi.
Önümüzde ciddi açmazlar ve sorunlar bizi bekliyor.