Gazeteci yazar Murat Kışlalı, GÖZLEM’in ülke gündeminin başında olan konu ve gelişmelerle ilgili sorularını yanıtladı. Kışlalı, Anayasa’dan doğan hakkını kullanarak basın açıklaması ya da yürüyüş yapan vatandaşlara polisin sert müdahalesi, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, İçişleri Bakanı Soylu’yu savunması, yerel mahkemelerin AİHM ve Anayasa Mahkemesi kararlarını uygulamada direnç göstermesi, TÜİK’in rakamları ile “tayin edilen memur / emekli / dul ve yetim maaşları, milyonlarca insanı “yokluk ve hatta açlık sınırının altına indirirken”, ülkenin en tepesinden gelen “Porsiyonları küçültelim” tavsiyesi hakkında açıklamalarda bulundu. İşte görüşleri…
GÖZLEM – Devletin Polisi, yurdun dört bir yanında, “Anayasal haklarını kullanıp” sorunlarını anlatmak için toplanan / yürüyen insanları “çok sert şekilde” müdahalelerle dağıtmak istiyor, gözaltılar yapılıyor, savcılıklara götürülenler çok büyük bölümü serbest bırakılıyor; saçlarından tutularak yerlerde sürüklenen, ters kelepçe takılan kadınlar dünya TV’lerinde “Türkiye” diye gösteriliyor. Özetle “Anayasa’yı yok sayan” ve de polisi kadınlarla, emeklilerle, memur ve işçilerle, haklarını alamayan madencilerle, gençlerle, öğrencilerle karşı karşıya getiren bir uygulama ve şiddet var; ne diyorsunuz?
K – İktidar, “iktidar”ının elinin altından kayıp gittiğini, oy potansiyelinin gittikçe düştüğünü gördükçe başvurduğu önlemlerin şiddetini arttırmaya başladı. Gittikçe daha totaliter bir rejime doğru evriliyoruz. Muhalefet, yasal tepkiler arttıkça bunları bastırmaya dönük önlemlerin de şiddeti artıyor. Bu; nihayetinde seçimlerle sonuçlanacağını ümit ettiğim bir kırılma noktasına doğru gidiyor. Ancak bu gidişin de, şiddetinin ara ara azalıp artmakla birlikte, uzun bir süredir devam ettiğini tespit etmek gerek. Aslında yönetimdeki çürüme, bozulma, şayet ekonomi iyi gidiyor olsaydı halk nezdinde bu kadar büyük bir tepkiye neden olmazdı. Sedat Peker iddiaları ile karşılaştırıldığında örneğin 17/25 Aralık sürecinde yaşananlar çok daha ağır kalıyor. Buna karşın o sürecin bir FETÖ ürünü olması ve bunun yanı sıra hemen akabinde yerel seçimlerde AKP’nin seçmen nezdinde güven tazelemesi sonucunda, o süreç iktidar üzerindeki bugünkü kadar yıpratıcı bir etki yaratmadı. Ancak şimdi Pandeminin de görece etkisiyle, ama esas olarak kötü yönetimin sonucunda ekonomi büyük bir çıkmazda. Halkın büyük bir kesimi bunalmış durumda. O döneme göre medya çok daha fazla iktidarın kontrolünde olmasına karşın, iktidara karşı memnuniyetsizlik ciddi biçimde arttı, artıyor. AKP’nin oyları yüzde 50’ye yakın rakamlardan yüzde 30’a doğru indi. Bunu iktidar da farkediyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın milletvekilleriyle yaptığı değerlendirme toplantısında bir milletvekilinin, Sedat Peker’in videolarını kastederek “Genel Merkez olarak sosyal medyadaki iddialara cevap vermede geç kalındı. Söylem birliği oluşturarak bu iddialara daha hızlı cevap verilmesi talebimiz” demesi, bir başkasının “Zaten Genel Merkez sadece bu konuda değil, birçok konuda tepki vermekte geç kalıyor. Haliyle vatandaş bize soru sorduğunda cevapsız kalıyoruz” diye konuşması hep bu farkındalığın dışa vurumları. Halkla birebir bağlantısı olan AKP’li milletvekilleri bizzat vatandaşın kendilerini sorguladığını, partilerine güveni yitirdiğini hatta belki karşı tarafa geçtiğini tespit ediyor, gözlemliyorlar. Bu görüşlerin sadece AKP’nin yönetim kademelerinde değil aynı zamanda en üst seviyesinde de paylaşıldığı, kabul edildiği ise Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın cevabından belli. Erdoğan’ın milletvekillerine “Muhalefet dili ile konuşmayın. … Biz kendimizi anlatamıyoruz. Yaptıklarımızı anlatamıyoruz. Biz kendimizi anlatamadığımız için de millet bunların yalanlarına kanıyor” diye konuşması, en nihayetinde Erdoğan’ın da “vatandaşın AKP’den, kendilerinden uzaklaştığını, karşı tarafa inandığını ve onların saflarına geçtiğini kabul ve tespit ettiğinin” kanıtı. Dolayısıyla AKP’liler de, daha da ötesinde Erdoğan da oylardaki erimenin farkında. Bu yüzden seçimlere kadar Kanal İstanbul gibi mega projelerle ve ekonominin eninde sonunda iyileşeceği beklentisiyle vakit kazanmaya, memnuniyetsizlikleri görmemeye ve “şiddet” kullanarak göstertmemeye çalışıyor. Vaktin daraldığını ve kaçınılmaz sonun yaklaştığını gördükçe de yaşamsal bir içgüdüyle tepkisinin seviyesini gittikçe daha fazla arttırıyor.
GÖZLEM – Tablo buyken, İzmir’de HDP il binasını basıp genç bir kadını hunharca öldüren ve “geçmişi hemen ortaya çıkan” caniyi yakalarken, “Adın ne abicim” diye soran polisimiz de var. Bu tablo size ne düşündürüyor?
K – MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli bu katili öldürülen Deniz Poyraz üzerinden şöyle savundu: “Deniz Poyraz’ın kim olduğunu size söyleyeyim: PKK’nin kırsal katılım sorumlusu, şehirden dağa çıkmak isteyen PKK sempatizanlarını terör kamplarına sevk eden halkanın içinde yer alan milis işbirlikçidir. Milis işbirlikçi… Terörist demektir.” Şimdi, Bahçeli’nin mantığına göre, her ne kadar hakkında bir yargı kararı, veya herhangi bir adli şüphe olmasa da, kendi tespitine göre “milis işbirlikçi, terörist” olduğuna karar verdiği için; Deniz Poyraz’ın öldürülmesinde bir sakınca yoktur, adeta bir isabet vardır. Eğer ülkenin iktidar ortağı partisinin Genel Başkanı, hakkında hiçbir yargı kararı olmayan bir kişinin kendi değerlendirilmesiyle öldürülmesinde sakınca olmadığı kanaatine varıyorsa, entelektüel seviyesi belli olan cahil bir aşırının böyle bir eyleme kalkışmasına, genel olarak MHP’yi ve Bahçeli’yi kendilerine rol model edinmiş polisin de bu gence sempatiyle yaklaşmasına şaşırmamak gerekir. AKP ile MHP’nin ortaklığının ana eksenlerinden bir tanesi, AKP’nin özellikle FETÖ ihaneti sonrası boş kalan ve kendi “olmayan” tabanıyla dolduramayacağı özellikle “güvenlik” işlevli devlet kadrolarını, MHP’nin köklü ülkücü geleneğinin sağladığı taban ile doldurarak yaptıkları anlaşmaydı. Bunun sonuçlarını da bu tür olaylarda bahsettiğiniz tür örneklerle görüyoruz.
GÖZLEM – Sizce MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli neden İçişleri Bakanı Soylu’yu savunurken, Anayasa Mahkemesi üyelerini tehdit edecek, hakaret edecek ve “Kapatılmalıdır” diyecek kadar ileriye gidiyor, ne yapmak istiyor?
K – Ortağı AKP’yi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı kontrol altında tutmak istiyor. Kendisini vazgeçilmek kılmak istiyor. Özellikle HDP’den “Erdoğan adım atarsa AKP ile uzlaşırız” gibi açılımların geldiği bir ortamda yerini sağlamlaştırmak istiyor. Sanki PKK terörü ile mücadele edecek başka siyasetçi-yöneticiler bulunamazmış gibi hiçbir güvenlik geçmişi olmayan Süleyman Soylu’yu “bölücü terörle mücadele eden mert ve milletperver bir devlet adamı” gerekçesine dayandırarak yerinde tutmaya ve böylece Erdoğan’ın hareket alanını kısıtlamaya çalışıyor. Soylu şu an Erdoğan için bir yükümlülük. Kendisi istifa etse Erdoğan derin bir nefes alacak. Hem hâlâ kendisiyle “helalleşmeyi” erteleyen Sedat Peker açısından, hem de onun açıklamalarına halk nezdinde karşılık veremezliği sona ereceği için. Ve belki bunu yaptıktan sonra da, özellikle Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yerini garanti etmek açısından Kürt seçmen dahil değişik açılımların peşinden koşabilecek. Ancak Soylu’nun varlığı bu alternatifi uygulamasının önünü tıkıyor. Bahçeli de bu alternatifi Erdoğan açısından “uygulanamaz” kılmak istiyor. Yoksa Soylu’nun tek başına Bahçeli ve MHP için komik bir “bölücü terörle mücadele” gerekçesi arkasında vazgeçilmez olduğunu düşünmüyorum. Erdoğan bugün Soylu’yu görevden alsa, Bahçeli buna karşı hiçbir adım atmaz, atamaz. Bahçeli’nin Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) ve üyelerine ilişkin tehdit, hakaret ve telkinlerinin ana nedeni seçmen nezdinde Kürtçülük karşıtlığından başka elle tutulur bir “tercih” nedeni olamadığını görmesindendir. Bahçeli “Kürtçülük karşıtlığı” dalına tutunmuş durumda. İki hafta önce HDP’nin kapatılma davasının AYM tarafından kabul edilmesini “hayırlı bir karar” olarak nitelerken, hafta içinde HDP’li Haluk Gergerlioğlu’nun tahliye kararı üzerinden AYM’yi yeniden hedef alarak “kapatılmasını” istemesi bu politikanın bir sonucu. Bahçeli MHP’yi AKP açısından hayati kılarak ve tek seçenek olarak konumlandırıp iktidarın yarattığı özellikle kadrolarla ilgili ranttan faydalanmaya devam etmek ve bu yolla partisine dönük azalmakta olan ilgiyi biraz olsun sürdürmek ve canlandırmak istiyor.
GÖZLEM – “Delta Varyantı” derken, hemen ardından “Delta Plus” varyantı da çıktı, Pandemide. İsrail’den İngiltere’ye, ABD’den Almanya’ya kadar “çağdaş” ülkelerinden hepsinde bilim adamları ve ülkeyi yöneten siyasetçiler “endişe içinde” yeni tedbirler düşünür ve uygularlarken, bizde “saklama” ve “normalleşmeye devam” durumu var. Sağlık Bakanı da “3 ilde 3 kişide görüldü” dedi ve “3 ilin birinin İstanbul olduğunu” açıklarken “diğer iki ili” sakladı; bu tabloyu ve “saklamayı” nasıl yorumluyorsunuz?
K – Aşılanmanın yaygınlaşmasıyla Pandeminin “bittiğine” dair bir algı tüm toplumda oturma eğiliminde. Algının bu şekilde evrilmesi de iktidarın işine geliyor. En azından iktidara dönük “başarısızlık” algısı yaratan en belirgin iki konudan biri ile “uğraşma” derdi ortadan kalkmış oluyor. (Diğer konu kanımca ekonomi ve türevleri.) Bu nedenle iktidar açısından delta ve her türlü varyantları dahil virüsün, Pandeminin artık Türkiye için bir dert olduğu algısının kalkmış olmasından daha iyi bir sonuç düşünülemez. Onun için de yeni varyantlara dair “kaygılandırıcı” açıklamalar yapmak, önlemler almak şu an için yapacakları en son şey olur.
GÖZLEM – Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) ile Türkiye Anayasa Mahkemesi (AYM)’nin kararlarını “umursamamak” ve uygulamamakla “devlet olunuyor” da, hakemlik müesseseleri olan “İngiliz Tahkim Kurulları ile Uluslararası Tahkim Mahkemeleri’nin kararlarının uygulamasında ‘Söke Söke vermek’ ile mi devlet olunuyor” sorusu konusunda ne düşünüyorsunuz?
K – Sorunun cevabı çok basit. Kimin tarafında olduğunuzla ilgili. AİHM kararları, AYM kararları iktidara karşı, iktidarın icra alanını kısıtlandırıcı, ülkeyi yönetmekte kullandığı seçenekleri daraltıcı etkisi olan kararlar. Dolayısıyla iktidarın işine gelmeyen kararlar. Tabii ki iktidar kendi işine gelmeyen kararları, mercileri tanımak istemeyecektir. Öte yandan uluslarası tahkim mahkemeleri ise iktidarın kurduğu rant düzenini, kendilerinin bundan yararlanmalarını baki kılacak, garantileyecek adeta birer kolluk kuvveti. Bu mahkemeler CHP’nin bahsettiği türde yaratacağı “ödemelerin yapılmaması veya yerel kur ile yapılması, şartların değiştirilmesi” gibi ihtilaf durumlarına karşı; iktidarın işine yarayan, kurdukları rant düzenini koruyacak ve bundan faydalanmalarına devam etmelerini sağlayacak kararları verecekler. Bu mahkemeler, iktidara ek olarak, üzerine kurdukları rant sistemini koruyan ekstra güç odakları şeklinde işlev görüyorlar. Onun için bu mahkemeleri savunmak, makul görüp göstermek iktidar için kendi çıkarlarını savunmakla eşdeğer. Bu yüzden de “Söke söke alırlar” derken, sadece yatırımcı ve finansörleri değil, bu ödemelerden faydalanan ve faydalanacak “tüm kesimleri” kastediyorlar.
GÖZLEM – TÜİK’in rakamları ile “tayin edilen memur / emekli / dul ve yetim maaşları, milyonlarca insanı “yokluk ve hatta açlık sınırının altına indirirken”, ülkenin en tepesinden gelen “Porsiyonları küçültelim” tavsiyesi ve “2 / 11 maaş alan siyasetçiler, bürokratlar konusunda görüşünüz?
K – Sosyal Araştırma Merkezi’nin son araştırmasına göre Türkiye’de üç kişiden ikisinin “bir biçimde ödemeye çalıştığı bir borcu var, kredisi ya da taksiti var ve insanlar borçlarını ödeyemez hale gelmekten, kişisel olarak batmaktan korkuyorlar.” Seçmenlerin yine yüzde 62’si “asgari ihtiyaçlarını bile karşılayamaz hale gelmekten” yani “hayatını sürdüremeyecek hale gelmekten” korkuyor. Çok vahim bir tablo ve bu tablonun artan ve artacağı belli olan enflasyon ve ekonomik sıkıntılar karşısında daha da bozulacağı kesin. Buna karşın ülkenin Cumhurbaşkanı’nın eşi Emine Hanım, aynı bundan 200 küsur yıl öncesinde açlıktan dolayı isyan başlatan Fransız halkına karşı Kral 16. Louis’in karısı Kraliçe Marie Antoinette’in meşhur “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler!” sözlerinde olduğu gibi, “Porsiyonlarımızı küçültelim. Sadece ihtiyacımız kadarını alıp bozulacağını bildiğimiz yiyecekleri istiflemekten vazgeçelim” diye “tasarruf” önerisinde bulunabiliyor.
GÖZLEM – Dahası, “bu tavsiye ile” ülkenin “dört bir yanında yapılan saraylar ile uçak / helikopter / lüks oto filoları” ve de yayınlanan “tasarruf tedbirleri” kararnamesinde “Cumhurbaşkanlığı’nın bu kararnamedeki tedbirlerden muaf tutulması” için yorumunuz?
K – Aynen bahsettiğiniz gibi bu tasarruf önerisini, eşinin, devletin tüm kurumları için çıkardığı tasarruf genelgesinden “kendilerini” muaf tuttuğu bir ortamda yapıyor. Kendisi 1100 odalı Saray’da yaşayıp, 300 odalı Saray’da tatilini yapıyor. Harcamalarını 2021 yılında 4 milyar lira olan Cumhurbaşkanlığı bütçesinden yapıyor. Üstelik bu bütçe de yetmiyor ve Cumhurbaşkanlığı, tüm idarelere verilen 3,7 milyar liralık yedek ödenekten neredeyse dörtte bir oranında 800 milyon liralık aslan payını da alıyor. Tüm bunlara karşın kamuoyu yoklamalarında AKP hâlâ yüzde 35’ler civarında oy alıyor. Cumhurbaşkanı’nın oy oranı yüzde 40’lar seviyesinde seyrediyor. Yöneylem Sosyal Araştırma Merkezi’nin Sorumlu Genel Koordinatörü Doç. Dr. Derya Kömürcü bu durumu “Normal koşullarda seçmenlerin ekonomik durumlarındaki kötüleşmenin ya da geleceğe yönelik ümitsizliğin oy davranışlarında iktidar partisi aleyhine bir değişime yol açmasını bekleriz. Ancak Türkiye gibi siyasal alanın giderek daraldığı, kutuplaşmanın giderek şiddetlendiği ve siyasetin ağırlıklı olarak benimsenen ya da atfedilen kimlikler üzerinden yapıldığı toplumlarda akılcı tercihlerin yerini futbol takımı taraftarlığı benzeri daha pozitif ya da negatif yüklü aidiyetlerin aldığını görürüz. Bu aidiyetlerin çözülmesi de kolay olmaz” ifadeleriyle açıklıyor. Bunca memnuniyetsizliğe rağmen seçmen hâlâ iktidara oy vermeyi düşünüyorsa, alternatife ilişkin henüz ikna olmamış demektir. İşte bu noktada muhalefetin, özellikle CHP gibi “uzmanlığı” sosyal tarafta olması gereken bir partinin bu dengesizliği, bu borç tablosunu, gelir ve harcama bozukluğunu elle tutulur vaat ve politikalarla nasıl düzelteceğini bir an önce tespit edip programlaması gerekiyor. Burada ortaya çıkacak çözümde bana göre özellikle varlıklı ve kurumsal kesime ilişkin vergi oranlarının arttırılması ve yolsuzluk ve israfın giderilmesine yönelik önlemlerin belirlenmesi önde gelecektir. Ayrıca enflasyonun ve dış ticaretin düzeltilmesi açısından hammadde ve ara girdi mallarında devletin aktif bir şekilde ekonomiye girip planlama yapmasıyla sonuç almak mümkün olacaktır. Seçmeni “alternatif”e ikna etmek de işte ancak CHP ve muhalefetin, bu “çözüm yollarını” defalarca, her ortamda tekrarlayarak, yayarak, halkın anlamasını sağlayarak duyurmasından geçer.