Son zamanlarda ülkemizde endişe verici olaylara tanık oluyoruz. Birilerinin ülkemizdeki kutuplaşmayı derinleştirmek ve geri dönülmez noktaya taşımak için özel bir gayret içinde olduğu gibi bir görüntü var. Bunun için her fırsatı değerlendiriyorlar. Son zamanlarda kullanılan fırsat İsrail-Hamas çatışması ve İsrail’in Gazze’de uyguladığı katliamlar…
17 Aralık’ta İstanbul Saraçhane’de “Filistin’e Destek” adıyla bir yürüyüş yapıldı. Bu yürüyüşte Arapça pankartlar taşındığı, “tek yol hilafet” sloganları atıldığı basına yansıdı. 15 gün sonra da 1 Ocak’ta Galata Köprüsünde “Şehitlerimize Rahmet, Filistin’e Destek, İsrail’e Lanet” adı altında bir gösteri ve yürüyüş daha yapıldı. Tablonun yine aynı olduğu görüldü. Yine Arapça pankartlar taşındığı ve hilafet sloganlar atıldığı basında yer aldı.
Bu tabloyu eleştirenler; Türkiye Cumhuriyeti’nin laik bir devlet olduğunu, laik bir devlette şeriat ve hilafet çağrıları yapmanın yasal ve uygun olmadığını anlatmaya çalıştılar ama sesleri bastırıldı. Bazı eleştiri sahipleri taşınan pankartların “hilafet bayrağı” olduğunu söylediler ve bunu fırsat olarak görenler konuyu özünden saptırdılar. Bütün tartışma taşınan pankartların hilafet bayrağı olup olmadığı tartışmasına döndürüldü. Günlerdir bazı gazete ve televizyonlarda; gösterilerde taşınan Arapça pankartın hilafet bayrağı değil “Kelime-i Tevhit” olduğu anlatılmaya çalışılıyor ve bu bilgisizlikleri(!) ön plana çıkarılarak, gösterileri eleştirenlerin “İslam düşmanlığı” yaptıkları kanıtlanmaya çalışılıyor. İslam düşmanlığı söylemiyle konuyu saptırmaya çalışanlar; Laik Türkiye Cumhuriyeti’nde hilafet çağrısı yapılmasının üzerinde durmuyor, bunun Anayasa ve yasaları bile bile ihlal etmek olduğunu söylemiyor.
Son zamanlarda birbiri ardına gelişen olaylara ve olayların niteliğine bakıldığında birilerinin Laiklik-İslamcılık üzerinden halkımızın bir kesimini, diğerine karşı düşmanlaştırmaya çalıştığı dikkat çekmektedir.
Aralık ayı başında; Tuzla Piyade Okulundaki 10 Kasım Atatürk’ü Anma Töreninde yakasına Atatürk resmi takmayan teğmen üzerinden bir tartışma başlatıldı. Bu teğmenin; bir tarikatla ilişkisi olduğu, bu devreden bazılarının Harp Okulunda da tarikat evine gittikleri, sohbetlerine katıldıkları, sosyal medyada “hubb-i fillah” adıyla grup kurdukları iddia edildi. Basında; karşı çıkan devre arkadaşlarının bu teğmeni tartakladıkları, teğmenin önce polis karakoluna sonra savcılığa giderek şikayetçi olduğu haberleri çıktı. Hiç kimse Türk Silahlı Kuvvetlerinde nasıl olup da böyle bir olayın yaşandığını, kışla içinde suç teşkil eden bir olayın nasıl olup da subaylar arasında tartaklamaya varan çatışmaya dönüştüğünü, askeri disiplinin bu kadar zedelenmesinin nelere yol açabileceğini, kimlerin hangi maksatla bu olayı kışla dışına taşıdığını, basına servis ettiğini sorgulamadı. Aksine, tarikat ve cemaatlerin TSK’ya sızdırıldığı iddialarına karşı; “Atatürk’ün bir siyasi figür” olduğunu iddia edenler oldu. Son olarak SADAT kurucularından birisi çıktı, Atatürk resmi takmanın “ilkellik” olduğunu söyledi, tarikat ve cemaatlerin TSK’ya sızdırıldığını doğrularcasına “askeri öğrenci alımları için koordinatörlük yaptığını, mülakatlara katıldığını” itiraf etti. Ardından 17 Aralıktaki hilafet çağrısı yapılan gösteriler geldi.
Sonra Diyarbakır’da Büyükşehir Belediyesi’ne kayyum olarak atanan il valisi; bir bulvara “Şeyh Sait” adının verileceğini açıkladı. Şeyh Sait’in cumhuriyet düşmanı olduğunu, İslam dinini kullanarak bölücülük yaptığını, devlete karşı ayaklandığını ve yüzlerce Türk askerini şehit ettiğini tarihi belgelerle ortaya koyanlar buna karşı çıktılar ve bir tartışma daha başladı. Siyasal İslamcı odaklar bu sefer Şeyh Sait’in ne kadar büyük bir “İslam alimi” olduğunu kanıtlamaya çalıştılar.
Ardından 23-24 Aralık’ta PKK’nın Irak’ın Kuzeyindeki üslerimize sızması neticesinde 12 şehit verdik. Bu sefer Hüda Par Başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu sahne aldı “eyalet, özerklik ve federasyon gibi yönetim modelleri üzerine serbestçe tartışılabilmelidir” diyerek asıl maksadını açıkça ilan etti.
29 Aralık’ta Suudi Arabistan’da Fenerbahçe-Galatasaray arasında oynanması planlanan futbol maçında, Suudi yetkililerin; Türk takımlarının sahaya Atatürk resmi ile çıkmalarına, Atatürk’ün “Ne Mutlu Türküm Diyene” ve “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” sözlerini kullanmalarına izin vermemesi nedeniyle takımlarımızın maçı oynamadan yurda dönmeleri üzerinden bir tartışma yürütüldü. Bazıları “Atatürk tişörtü giyeceğim diye milleti ayağa kaldırmanın ne anlamı var” diyerek, bazıları da ülkemizde Atatürk’e ve Cumhuriyetimize sahip çıkmaya çalışanların “Atatürk’ü istismar ettiğini” iddia ederek tartışmaya katıldılar. Yine bu kesim Cumhuriyetimizin 100’ncü yılı temalı bir spor karşılaşmasının ne maksatla Suudi Arabistan’da oynatılmak istendiğinden bahsetmedi.
30 Aralık’ta bir vatandaş Anıtkabir’de şeriat çağrısı yapmaya kalktı. “Kahrolsun Cumhuriyet, lanet olsun cumhuriyete, şeriat gelecek” diyerek sloganlar atan bu vatandaş; Anıtkabir’de tek başına eylem yapma cesaretini kimlerden aldı. Birileri tarafından mı görevlendirildi? Anıtkabir’de görevli askeri personelin müdahalesi olmasaydı arkasından neler gelecekti?
Aynı günlerde 1 Ocak’taki gösteride bir gencin Arapça pankart taşıyan birisiyle tartıştığı ve ona yumruk attığı haberi çıktı. Bu gencin apar topar gözaltına alındığını, önce basit yaralama gerekçesiyle yasal işlem yapılırken birden suçun konusunun “halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek” olarak değiştirildiğini ve o gencin tutuklandığını öğrendik. Bu arada polislerin arasında bu gence yaklaşarak bir süre tartışan ve sonra da tokatlayan vatandaşa polisimiz hiçbir müdahalede bulunmadı, elini kolunu sallayarak uzaklaşmasını seyretti. Yine bu kesim; halkı kin ve düşmanlığa tahrik etme kriterinin ne olduğunu sorgulamadı. Hilafet çağrısı yapmanın demokratik bir hak olduğunu savunanlar bile oldu ama Cumhuriyetimizin Anayasamızla güvence altına aldığı Laiklik ilkesine karşı yapılan saldırıların; halkımızın bir bölümünü, Laikliği savunan vatandaşlarımıza karşı “kin ve düşmanlığa tahrik ettiğinden” söz eden olmadı.
Bütün bunlar olurken Anayasa Mahkemesiyle Yargıtay arasında Can Atalay davası üzerinden kriz çıktı. Anayasa Mahkemesinin kaldırılması gerektiğini söyleyen, Anayasa değişikliği isteyen siyasetçiler oldu. Bundan cesaret alanlar; Anayasa’mızın değiştirilmez, değiştirilmesi teklif edilemez maddelerinin dahi tartışmaya açılabileceğini dile getirdiler.
Son olarak Adalet Bakan Yardımcısının Türkiye Cumhuriyeti’nin bir “İslam Devleti” olduğunu söylediğini duyduk. Bu olayları eleştiren ve tehlikeye dikkat çekenlerin “milli ve manevi değerleri yıprattığı” iddia edildi.
Bu tabloda; ülkemizi hedeflerine koyan emperyalist devletlerin, bu emperyalistlerle iş birliği halinde olan bölücü ve yıkıcı odakların rolü olmadığını söylemek mümkün değildir. Kutsal değerlerimizle ulusal değerlerimizin bu denli karşı karşıya getirilmesi ve halkımızın bu değerlerimiz üzerinden kutuplaştırılması son derece endişe verici, bir o kadar da tehlikelidir. Eğer bu; yaklaşan yerel seçimlerde siyasi çıkar sağlamaya yönelikse ülkemiz yararına hiçbir sonuç çıkmayacaktır. Yok eğer emperyalist projelerin destekçisi, iş birlikçi tarikat ve cemaatlerin kurguladığı planlı bir hareketse ve Türkiye Cumhuriyeti’nin rejimini şeriat rejimine dönüştürmek amacı taşıyorsa çok uzun yıllar altından kalkılamayacak, vatanımızı bölecek ve parçalayacak ulusal sorunlara yol açacaktır. Emperyalist devletlerin bölüp parçaladığı Irak’ta, Suriye’de, Libya’da, Afganistan ve Pakistan’da benzer kutuplaştırmalarla iç çatışmalara sürüklenerek birbirini katleden halkların maruz kaldıkları sıkıntılardan ders alınmalıdır. ABD, Rusya ve İsrail’in bölgemizde yarattığı çatışma, savaş, katliam ortamında halkımızı ayrıştırmak ve kutuplaştırmak yerine ulusal birlik ve beraberliğimizin korunması için başta devletimizi yönetenler olmak üzere bütün siyasetçilere, basınımıza ve yediden yetmişe bütün halkımıza önemli görevler düşmektedir. Biz kendi içimizde birbirimizle çatışmaya düşersek ya da düşürülürsek bundan çıkar sağlamak isteyen emperyalistlerin müdahalesi kaçınılmazdır. Bu da sorunu geri dönülmez noktaya taşıyacaktır.