Çevreyi her saldırıdan korumayı düşündük ama, devletten korumayı aklımıza bile getirmedik. Öyle olunca doğayı ve doğal güzelliklerimizi en hovardaca harcayan da devlet oldu işte… Devlet hiç beslendiğimiz tarımsal toprakları sürekli küçültür, inşaatlara tahsis eder mi? Hangi devlet ormanlarını keser, kestiği ağaçların yerini madencilere hovardaca dağıtır ki? Siz hiç en verimli topraklara çimento fabrikası ya da hapishane yapan devlet duydunuz mu? Peki tüm atıklarını denizlere, göllere, nehir ve derelere boşaltan bir ülke geldi mi kulağınıza? Dağa, taşa, tepeye, sahile plansız programsız yapılan ve kaçak cennetine dönüştürülen bir devlete rastladınız mı yakında?
Aklı başında, iyi yönetilen devletlerin çoğu, iş işten geçse de doğayı korumak için savaşıyor adeta. Ama biz, doğayı perişan etmenin kavgasını veriyor, tüm değerlerimizi elden çıkarmanın şampiyonluğuna koşuyoruz. Altın bulacağız diye kevgire çevirdik altından daha değerli ülkemizi. Vatan toprağını yabancılara sorumsuzca sattık. Yıllardır (yapmayın-etmeyin) diye yalvarıyor millet. Toprağı, suyu gasp edilen köylülerimiz inanılmaz bir mücadele veriyorlar. Ama duyan, dinleyen olmadığı gibi, köyünü ve tarlasını korumaya çalışan insanların üzerine jandarmalarla, coplarla, biber gazıyla gidiyoruz.
Kazdağları’nda yaşanmadı mı bunlar? Altın çıkartacağız diye altın değerindeki dağın ormanlarını keserek kele çevirmediler mi? Yatağan’da termik santrale kömür çıkaracağız diye, güzelim ormanı mahvetmediler mi, köylüye eziyet etmediler mi, ağlatmadılar mı insanımızı? Erzincan’da, Ordu’da siyanürle zehirlemediler mi topraklarımızı, akarsularımızı? Çığlık çığlığa bağırıyor yurtseverler, duvar olsa ses verir, sorumlular sağır sultan rolüne soyunmuşlar sanki… Şu rakamlara bir bakar mısınız? 80 yılda toplam 1186 maden arama ruhsatı veren devletimiz, son 20 yılda 386.000 ruhsat dağıtmış. Olacak iş mi, iş işten geçtikten sonra soruyoruz bunları. Ülke kevgire döndürülürken, bir avuç gerçek çevrecinin dışında kimsenin sesi çıkmıyordu. Şimdi atı alan Üsküdar’ı geçtikten sonra, yeri göğü inletiyoruz. Görün bakın bir ay geçsin, ne gürültü ne patırtı kalır ortalıkta, unutulur gider hepsi. Kazdağlarında öyle olmadı mı, Çanakkale’de öyle olmadı mı, Yatağan’da öyle olmadı mı?
22 yıl öncesine kadar tüm Cumhuriyet hükümetleri, mevcut yönetimin çevreye verdiği zararın binde birini bile vermemişlerdir. 386 bin ruhsat ne demek? Bir tarihte AKP Genel Başkanı bile önüne gelene dağıtılan bu ruhsatlardan rahatsız olup, ilgilileri uyarmamış mıydı? Son 10 yılda 109.884 hektar orman, madencilik faaliyetine açıldı. 3000’den fazla endemik canlı türü tehdit ve tehlike altında. Sadece madencilik değil ki çevre facialarının sebebi. İstanbul Havaalanı projesi ile kuzey Marmara otoyolu için 13 milyon ağaç kesilmedi mi? Karadeniz’deki HES’lerin bazıları akarsuların seviyelerini düşürmedi mi, dereleri kurutmadı mı?
Hangi birini sayayım? Yahu Avrupa’nın 15 milyon ton çöpünü ithal ediyoruz. Kendi çöp sorunumuzu bile daha çözememişken, Avrupa’nın çöplüğü haline geldik. Çevre konusunda daha ne diyelim ki? Allah bugünleri aratmasın diyebiliyoruz ancak. Çevreyi öylesine ve hızla batırıyoruz ki, bakın bugünleri aramaktan bile korkuyoruz. Facia öylesine büyük çünkü. Daha büyük felaketleri yaşamamak ve tanık olmamak için, şimdi konuyu ciddi bir şekilde ele almamız gerekiyor. Bunu faciaların patronu olan siyasi yönetimden beklemek yerine, Meclis’te bir işbirliğine çalışmak ve durumu ortaya çıkaracak bir araştırma komisyonu kurmak daha doğru olur. Hükümetin kullanmadığı ortak aklı, acaba Meclis kullanabilecek mi? İnşallah kullanır diyelim ve bundan sonra daha büyük çevre faciaları yaşamamak için gerekli tedbirlerin alınmasını dileyelim. Zararın neresinden dönülse kardır demesini öğrenmeliyiz. Yanlışlarda ısrar ve inat etmemek, hiç değilse geride kalan doğal zenginliklerimizi korumamızı sağlar.