1997’den bugüne 28 Şubat

Bu hafta; 28 Şubat 1997’de dönemin Cumhurbaşkanı, Başbakanı, İçişleri Bakanı başta olmak üzere hükümeti temsil edenlerin, dönemin TSK komuta kademesi ile ortaklaşa aldığı Milli Güvenlik Kurulu (MGK) kararının yeniden konuşulduğuna tanık olduk. Pek çoğu, o dönemde MGK’nın maksadının ne olduğunu, Türkiye Cumhuriyeti’ni nelerin tehdit ettiğini ve hangi önlemlerin alınması gerektiği konusunda ne gibi kararlar alındığını sorgulamıyor. Kurgulanmış, görevlendirilmiş ya da algıyla yönlendirilmiş akıllar; bu MKG kararının TSK komuta kademesinin darbe girişimi olduğunu iddia ediyor ve kendilerine empoze edilen propagandayı bunun üzerinden yürütüyor. Ben, sorgulayıcı aklımla; 28 Şubat 1997’de MGK’nın hangi kararları ne maksatla aldığını inceleyerek ve bugün geldiğimiz aşamayı değerlendirerek karar verilmesi gerektiğine inanıyorum.

28 Şubat 1997 MGK Kararları özetle; Laiklik ilkesi titizlikle uygulanması, tarikat okullarının Millî Eğitim Bakanlığı’na devredilmesi, 8 yıllık zorunlu eğitimle çağdaş nesiller yetiştirilmesi, din adamlarının Atatürk İlke ve Devrimlerine bağlı kalması, dini tesislerin Diyanet İşleri Başkanlığı’nın iznine tabi olması, tarikatların faaliyetlerine son verilmesi, bürokrasi ve yargının irticadan (gerici, çıkarcı siyasal dincilerden) temizlenmesi, dış kaynaklı irtica tehdidinin önlenmesi, kıyafet kanununun tavizsiz uygulanması, silah ruhsatlarının kontrol altına alınması, kurban derisi toplamanın denetime tabi olması, özel üniformalı korumaların kaldırılması, ümmet esaslı diplomasinin önlenmesi, Atatürk karşıtı suçlara taviz verilmemesi… konularını içermektedir.

Aradan 27 yıl geçti… 1997 yılındaki MGK kararının altında imzası olan hiçbir siyasetçiye ve bürokrata sorumluluk yüklenmedi. Sadece TSK’nın o dönemdeki Komuta Kademesi sorumlu tutuldu ve darbeci olarak suçlandı. Yaşları 80-85’in üzerindeki generallerimiz 2,5 yıldan fazla süredir hapiste. Hizbullah davasından hüküm giymiş bir radikal İslamcı militan 70’li yaşında kocama gerekçesiyle serbest bırakılırken, askerlik yaşamını terörle mücadelede geçirmiş, hapishanelerde pek çok sağlık problemiyle boğuşan bu generallerimiz eziyet görmeye devam ediyor.

28 Şubat’la ilgili ayrıntılı bilgi edinmek için değerli meslektaşım Emekli Albay Alican Türk’ün kaleme aldığı “Bitmeyen Sömürü 28 Şubat” kitabının okunmasını tavsiye ederim.

Olan biteni kavrayabilmek için bugün geldiğimiz aşamayı çok iyi değerlendirmek gerektiği kanaatindeyim:

Günümüzde Anayasamızın laiklik ilkesinin ‘titizlikle’ uygulandığını söylemek mümkün değildir. Son zamanlarda arkalarına aldıkları siyasi destekle güçlenen şeriatçı odaklar maksatlarını açıkça sergilemekte, sokaklarda, adliyelerde, kamusal alanlarda şeriat ve hilafet çağrıları yapmakta, cadde ve sokaklara şeriat temalı afişler asmaktadırlar. Atatürk’ü ve Cumhurbaşkanı’nı koruma kanunu gibi “Allah ve Peygamberi koruma kanunu da çıkarılmalı” diyenler bile vardır. Yüce Tanrı’nın; aciz kulların koruma kanununa ihtiyacı mı vardır? Bu şekilde Anayasamızın laiklik ilkesinin ihlal edilmesinin yanında Yüce İslam Dini de istismar edilmektedir. Yasalarımızda suç olan bu eylemler görmezden gelinmekte, Anayasa ve yasalarımıza açıkça meydan okuyanlar korunup desteklenirken buna karşı çıkanlar “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” gerekçesiyle suçlanmaktadırlar.

Tarikat okulları Millî Eğitim Bakanlığına devredilmemiş, aksine dernek ve vakıf adı altında teşkilatlanan tarikat ve cemaatler anaokulundan üniversitelere kadar Milli Eğitimimizin her kademesine yuvalanmışlardır. Günümüzde tarikat ve cemaatler Milli Eğitim sistemimize yön vermektedirler. Millî Eğitim Bakanlığının bunlarla yaptığı protokoller (ÇEDES Projesi) ve bu projeyle hayata geçirilen uygulamalar bunun en çarpıcı örneğidir.

Bürokrasimizin bütünüyle kontrol altında olduğu çıplak gözle bile görülmektedir. Yargımızın ise siyasi talimatlarla hareket ettiğiyle ilgili yaygın bir kanaat vardır. Avukat Feyza Altun; sosyal medyadaki şeriat karşıtı paylaşımı nedeniyle sorgulanırken, Çağlayan Adliyesi önünde şeriat propagandası yapan sarıklı ve cübbeli gruba hiçbir müdahalede bulunulmadığı gibi hukuki işlem de yapılmamıştır. Günümüzde tarikat ve cemaatlerin faaliyetleri artarak devam etmektedir. Bürokrasi, yargı ve hatta TSK dahil devletimizin her kurumuna yerleşmişlerdir.

Dış kaynaklı irtica tehdidi önlenebilmiş değildir. Aksine Irak, Suriye, Afganistan, Pakistan, Libya gibi ülkelerden ithal edilerek vatandaşımız yapılan milyonlarca göçmen bu tehdidi büyütmektedir. Şimdi de Filistin’den göçmen kabul edileceği söylenmektedir. Emperyalist projenin hayata geçirdiği uygulamalar, saldırılar ve işgaller; Orta Doğu coğrafyasında laiklik karşıtı siyasal İslamcı ve radikal İslamcı odakları güçlendirmiş, ulus devlet yerine ümmet kavramını ön plana çıkarmış, bundan çıkar sağlamaya çalışanlar için alan yaratmıştır. Bu alanı kullanan tarikat ve cemaatler; faaliyetlerini sınırların ötesine taşımakta, uluslararası iş birliği içinde müşterek hareket etmektedirler.

Silah ruhsatlarının sınırlandırılması bir tarafa ülkemiz artık ruhsatsız silah cenneti haline getirilmiştir. Bunun sonuçları basında her gün çıkan cinayet haberlerinde bile görülmektedir. Umut Vakfı’nın ülkemizdeki ruhsatlı ve ruhsatsız silah sayısıyla ilgili raporu endişe vericidir.

1997 yılında tarikat ve cemaatlerin maddi kaynağını sınırlamak için önerilen “kurban derisi toplama denetimi” günümüzde sözü bile edilemeyecek derecede küçük kalmıştır. Artık tarikat ve cemaatler holdingleşmiş, ülkemizin ekonomisine yön verir hale gelmişlerdir. Şıhlar ve şeyhler saraylarda oturmakta, korumalar eşliğinde son model arabalarla ve özel uçaklarla seyahat etmektedirler.

Özel üniformalı korumaların kaldırılması bir tarafa, SADAT gibi özel güvenlik teşkilatları faaliyetlerini sınırlarımız ötesine taşımış, TSK’nın subay ve astsubay adaylarının teminindeki mülakat heyetlerinde bile görev almışlardır.

Atatürk karşıtı suçlara taviz verilmemesini bırakalım, günümüzde Atatürk İlke ve Devrimlerini savunanlar “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” suçundan yargılanmaktadır.

Öyle görünüyor ki; özgürlük ve demokrasi söylemleriyle toplumun algısını yönlendirmeye çalışan emperyalist devletler ve onların içimizdeki işbirlikçileri projelerini oldukça ilerletmişlerdir. Gelinen aşamada maksatlarını gizleme gereği duymamaktadırlar. Arkalarına aldıkları siyasi destekle uygulamaya koydukları şeriat ve hilafet eylemleri bunu göstermektedir. Özgürlük ve demokrasi kavramlarını rejimimizi dönüştürmenin aracı olarak kullananlar, demokrasi trenine binerek hedeflerine ulaşmaya çalışanlar inecekleri istasyona yaklaşmak üzeredirler. Bu durum, ancak Atatürk İlke ve Devrimlerine bağlı, Anayasamıza ve yasalarımıza saygılı Büyük Türk Ulus’unun duyarlılığı ile engellenebilir.