Siz de yoğun bir şekilde farkındalık içinde misiniz bilmiyorum, ama çevremizdeki herkes her şeyden şikayetçi! Eşinden, arkadaşından, işyerinden, patronundan, çalışanlarından, derneklerinden, partisinden ve nihayetinde de ülkede gelişen olaylardan. Gerçi insanların sosyopsikolojisinin doğası gereği, mutlu ya da memnun olduğu şeylerden ziyade memnuniyetsizliğini anlatma eğiliminde olduğu bir gerçek ama yine de sanki her zamankinden daha çok olumsuzluk ifadeleri çevremizde kol geziyor gibi!
Konjoktör olarak yerel seçimlerin yaklaşması ve özellikle parti adaylaşma süreçlerinde ortaya çıkan itirazları, her gün televizyon tartışma programlarında izlemek de toplumu yormuş olabilir ancak konu sadece bununla sınırlı değil, parti adayları, enflasyon, küresel ekonomik durgunluk, Rus-Ukrayna Savaşı ve Gazze olayları derken nerdeyse küresel ölçekte bir depresyon hali ile karşı karşıyayız! Üstelik bu kadar da değil, küresel iklim değişiklikleri, kuraklık, habitat daralması, yeni atlatılan pandemi gibi, güncel yaşamın arka perdesinde sürekli gösterilen insanlığın sorunlar yumağı, tek başına bir insanın kontrol edemeyeceği riskleri hiç unutturmadığından, çok boyutlu güvende olamama duygu durumunu yaratıyor ki,bunun sonucu da geleceğe yönelik belirsizlik düzleminde kaygının oluşması olarak ortaya çıkıyor.
Halbuki Frankfurt Okulunun önde gelen isimlerinden Theodor Adorno ve Max Horkheimer’in birlikte kaleme aldıkları Aydınlanmanın Diyalektiği isimli eserlerinde de bahsettikleri gibi ”uygarlık ve aydınlanmanın hedefi, insanların kuruntu ve korkularını yok etmekti, olan ise sıradışı felaket alametleriyle dolu bir yeryüzü”.
Antik çağlardan beri insanın başını döndüren ‘altın madenini’ çıkarmak için ekolojik felaketlerin yaratılmasını veya Gazze’de bombalanan masum sivil insanları her gün canlı olarak televizyonlarda izleyen günümüz insanında, geleceğinin belirsiz ve tehlikesi karşısında anksietiform davranış kalıpları ve toplumsal güven erozyonuna tabii olunmasını kim anormal karşılayabilir ki!?
Kontrolümüzde olmayan, pasif şekilde izlediğimiz ve etkilenimlerinden de kaçamadığımız bu tür gelişmeler, elbette geleceğe dair umutlarımızı da karartıyor. Ancak asıl tehlike, elimizde olmayan gelişmeler nedeni ile içine hapsolacağımız korku ve endişe ekosisteminin bizi tepkisiz ve hatta eylem yeteneğimizi ortadan kaldıran bir ruh durumuna sokması! Bunun kronikleşmesi ve tüm topluma sirayet etmesi yıkıcı olabilir. Oysa ki karşılaşılan zorlukların ortadan kaldırılması ve çözüm yollarının oluşturulması için umut ile çabalamak, çağımız insanından beklenen en temel aksiyon olması gerektiği açıktır.
Bu noktada genel olarak gözlemlediğimiz bireysel hoşnutsuzluk konusu bizleri ‘sinizm’ kavramına doğru bir yolculuğa götürmekte! Günümüzde her ne kadar bu kavram ve düşünce akımında vurgulanan ana unsur, insanların olaylara sürekli eleştirel yaklaşımı ya da genel memnuniyetsizliği bağlamında her şeye karşı olumsuz düşünceler içinde olması olsa da, orijinal tanımı insanın erdem, mutluluk, ahlak ve ruhsal olgunluk için tüm değerlerinden ve gereksinimlerinden arınması gerektiği şeklindedir. Bu felsefenin kurucusu Sokrates’in öğrencisi olan ve Milattan önce 446 ila 366 yılları arasında ömür süren Antisthenes’tir. Açtığı okula, Yunanca köpek (kyon) sözcüğünden türettiği ‘Kinik’ ismini vermiş ve ‘sinizm’ akımını başlatmıştır. Ona göre, ”yaşamın biricik anlamı mutluluktur, buna da ancak erdem ile ulaşılabilir. Erdem, bilge olmayı gerektirir, gerçek bilgelik ise kişinin kendi kendine yeterli olmasıdır. Bu durum gerçek özgürlüktür. Öyle ise mal, mülk, şan, şöhret, güzellik, sağlık, şeref vs dünyaya dair her şey boş bir kuruntudan ibarettir ve yapmacık şeylerdir! Bunlardan arınıldığında yani yaşanılan sosyal yaşamın gerekli gördüğü tüm zorlamalardan uzaklaşıldığında ruhsal özgürlüğe adım atılacaktır”. Buda (Siddartha Gautama) nirvanaya ulaşmak için, Antisthenes’den bir asır önce, buna benzer öğütleri insanlığa sunmuştu.
Dolayısı ile Sinik felsefe, insanlığa dair sürekli olarak yüceltilen değerleri yok saydığından, onları birer yanılsama olarak görür ve eleştirir. Bu bağlamda da sinik kişilerde alaycı bir yapı vardır, bencildirler, insanları ve bulundukları ortamı beğenmezler, kendilerinden ve düşüncelerden başka hiç bir şeye önem vermezler…
Bu açıklamalar, bireysel memnuniyetsizliğin diyalektiği için aydınlatıcı olabilir ama topluma yaygınlığı konusunda başka açılımlar gerekli. Bu konu için de ünlü Alman Sosyolog ve ‘Risk Toplumu’ isimli kült eserin yazarı Ulrich Beck ile ‘Korku Kültürü’ üstadı Kanadalı sosyolog Frank Furedi’nin çalışmaları ufuk açıcı olabilir.
Gelişen dijital dünyanın enformatik ekosistemi, sıradan insanlar için her türlü bilginin sosyal medya ağları ile dolaşımını kolaylıkla sağladığından, dünyanın her yerinde her birey oluşan her olayı anında öğrenmekte, ancak aynı alt yapı yıkıcı ve gerçek olmayan bilgilerin aynı hızla yaygınlaşmasını da hizmet etmekte. Kitle iletişim araçları, trendi yemeklerden kıyafetlere, en çok okunan kitaplardan izlenen dizilere kadar tek tip bir profili zorlarken, bireyi şekillendiriyor, toplumu yeniden inşa ediyor. Yani günümüz toplumu, modernite bağlamında bir dönüşüm içerisinde ve çevremizde baş edemediğimiz büyüklükteki küresel ve ülke bazındaki her türlü risk, genel bir çaresizlik içinde kabullenilerek meşrulaşıyor ve insanın korku ve kaygısını derinleştirerek, insana özgü geleceğe inancı yok ediyor. Artık, kendisi neden olmasa bile, herkes fail, herkes mağdur ve kurban!
Küresel sorunların çözümü için daha kapsayıcı politikaların yaratılması, giderek ‘sinikleşen’ toplumsal gidişat için de bir umut olabilir!