70 yıl kadar önce, 1950’li yılların başlarında idi ki bu birkaç yıl milletimizin gözünün mal mülk edinme tutkusu ile parladığı bir dönemin başlangıcı oldu. Bu dönemin sonucunda ise İzmir’in Alsancak’tan Kokaryalı’ya, Alaybey’den Bostanlı’ya uzanan sahil şeridinde yer alan inci taneleri gibi dizilmiş Sakız tipi, tek ya da iki katlı sahil köşklerini yıkıp yerlerine çok katlı binalar oturtmak ve köşeyi dönmek, çok akıllıca sayılan bir yöntem olmuştu. Hesap açıktı, iki katlı tek hanenin yerine sekiz katlı bir apartman dikmek ve iki katını mal sahibine bırakarak kendisine kalan “bonus” altı katı pazarlamak… Zaman içinde oran mal sahibinin lehine gelişerek mal sahibine bırakılan kat adedi ikiden altıya tırmandı ama yapımcı için hala kaliteden fedakarlık ederek ve fiyatı tırmandırarak işi yapmak karlı olduğundan bu yöntem 1990’lı yılların içine kadar sürdü. Bu yıllarda artık “tasallut” edilecek ev/arsa kalmadığından, kalan bir-iki tanesi ise yasal koruma altına alındığından sahil şeridindeki faaliyet arka sıralara kayarak durdu.
Sonuçta, müthiş bir hızla yaşanan bu yıkıp-yapma döneminin sonlarına doğru, dönemin belkemiğini oluşturan mimar ve mühendisler uyandılar ve yapılanın kentin katline matuf bir uygulama olduğunu dile getirmeye başladılar. Ama ne gam? Atı alan Üsküdar’ı geçmiş, kentin ikinci ve takip eden sıralarında yaşayan nüfus, önlerine dikilen bu beton, cam, demir, alüminyum ve boyadan oluşan 26 metre yüksekliğindeki perdenin arkasında hapsolmuş bir hayata mahkum duruma düşmüş oluyordu.
İttifak halinde dile getirilen şikayetin temel savı, körfezde seyir yapan vapurlardan da tanık olunan bu çirkin, ucube seddenin bütün haşmeti ile (!) bakanın gözünü ve aklını tırmalamakta olduğudur. Farklı cephe genişlikleri, değişik yükseklikteki kat döşemeleri, değişik tarzda ve modülajdaki doğramalar, anayapı ile uyumsuz balkon çıkmaları, değişik malzemelerden balkon korkulukları, değişik ve zevksiz cephe boyaları, gelişigüzel bir düzende cephelere kondurulmuş klima dış üniteleri ile birbirine yapışmış yapı bloklarından oluşmuş bir kitle…
Bu kanserli oluşumdan kenti nasıl kurtarabiliriz?
Şu anda en geçerli çözüm “durum imkansıza gitmiş yapılacak bir şey yok!” diyerek işi kendi gelişim güzergahına terk etmektir. Bu yaklaşım sonucu, mevcut durumun bir 50-60 yıl daha ileriye ötelenmesi demektir.
Bir ikinci çözüm; mevcut yapıların, eski ve koruma altındaki yapılar hariç, tamamını yıkarak mimari normlara daha uygun kitleler oluşturarak sahil şeridini yenilemek olabilir.
Yakın zamanda çıkarılmış bulunan “kentsel dönüşüm” yasa ve mevzuatı (korsan yasaları!) buna kapı aralıyor diyebiliriz ama iş o kadar vus’atlı ki mali olarak böyle bir projeyi İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin tek başına yüklenmesi mümkün değil. Kısaca, bu problemin rasyonel bir biçimde çözülmesi, bu şeridin üzerinde yer alan yapıların sıyrılarak, blok derinliği 20 metre, uzunluğu 40 metre, bloklar arası mesafe en az 20 metre olan yapı adaları oluşturularak bu blokları sıyrılmış olan halihazır yapıların maliklerine vermek. Böyle bir çözümde eski maliklerin eline daha önce sahibi oldukları ünite alanlarından daha küçük alanlı ünitelerin geçecek olması kaçınılmazdır. Ancak bununla birlikte yapının yeni olması ve deprem dayanımının daha yüksek olması ile hak dengesi kurulabilecektir. Buna rağmen yine de mal sahiplerinin karşılaşacakları mali yük oldukça ağırdır. Bu proje kapsamında, yaşamakta olduğu evinin yıkılması dolayısı ile mülk sahibinin karşılaşacağı taşınma, kira (en az 2 yıl) ve geri taşınma giderleri kamu yönetimi tarafından mutlaka karşılanmalıdır.
İdeal çözüm bu olmakla birlikte, halihazır durum ve gelişmeler bu tarz bir çözüme ters olarak gelişmektedir. Şöyle ki: Gerek birinci sıra gerekse ikinci sırada yer alan binalar, çoğu elli yaş civarında olup, son mevzuata göre, yalnızca bir ünitenin talebine dayanılarak “güya” teknik incelemeye tabi tutularak kolayca yıkıma yönelik “riskli yapı” tarifine sokularak yaftalanmakta ve sonuçta kaçınılmaz olarak bina kamu ya da mal sahipleri tarafından yıkılmakta ve parsel, arsa durumuna indirgenmektedir. Bundan sonra ise inşaatçı, zamanına göre çok ileri şartları öngören son deprem şartnamesine göre dizayn edilmiş, aynı temel alanını haiz yeni bir bina oluşturmaktadır. Kısaca, eski beton sedde yer yer daha sağlam üniteler ile yenilenmektedir. Neticede, mimarları ve şehir plancılarını rahatsız eden halihazır durum, istenmeyen şekli ile ancak daha sağlam olarak yenilenmektedir.
Peki, kentsel dönüşümün hedeflediği ada bazında çözüme yönelmek mümkün olabilecek midir? Çok kısa zamanda bunun kararının verilmesi, teknik proje ve planların yapılması, gerekli ikna önellerinin yapılması ile kuramsal olarak bu mümkün olabilir. Ancak, Türkiye’de, mevcut koşullarda TOKİ ya da benzer kamu gücünün devreye girmesinin olası olmadığı anlaşılmaktadır. 1850’lerde Paris’te böyle bir proje uygulanmış ve başarılı olmuştur. Baron Haussmann’ın (*) feraseti ve İmparator III. Napoleon’un güçlü desteği ile gerçekleşen bu kentsel dönüşümün sonucu elde edilen çözüm, bugün hala Paris’te günlük yaşama rahatlıkla cevap verebilmektedir.
Esefle belirtmek gerekir ki, bizim halkımızda da, yukarıdaki gibi zecri bir çözümü kabul edecek ve toplumun lehine fedakarlığa razı olacak bir eğilim yoktur. Mal mülk konusunda bireysel çıkarları esas alan münferit çözümlere daha yatkındır bizim halkımız. Dolayısı ile halen yaşanmakta olan “işi oluruna bırakmak” en muhtemel çözüm olarak karşımızda durmaktadır. Kimse ağlamasın ve yanlış çözümden şikayetçi olmasın, çünkü bu bir ‘kendim ettim, kendim buldum’ öyküsüdür. Tanrı geçinden versin, İzmir merkezli 8.0 – 8.5 R şiddetinde bir depreme kadar İzmirliler bu çirkinlik ile kucak kucağa yaşayacaklardır…
(*) Baron Haussmann (1809 – 1891), Georges Eugene, İmparator III. Napoleon’un desteği ile Paris kentine çağdaş şeklini veren imar uygulamalarını yapan yüksek yönetici. Merkezi Paris planında bugün bile değiştirilmeden aynen kullanılan kalıcı değişimler gerçekleştirmiştir.