Geçen hafta beş yılda bir yapılan Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinde aşırı sağ ciddi bir başarıya imza attı. AP, Avrupa Birliği (AB) Konseyi ile birlikte yasama yetkisini paylaşırken AB’nin bütçesinin, uluslararası anlaşmalarının ve genişleme dahil önemli kararlarının onaylanmasında da son merci. AP’nin onayı olmadan AB Komisyonu Başkanı ve üyeleri görevlerine başlayamıyor, ayrıca AB kurum ve organlarını denetlemek de onun görevi.
AB üyesi ülkelerin vatandaşları her ne kadar bu seçimlere yoğun bir ilgi duymasa da son tahlilde seçime katılım oranları yüzde 50’nin altında kalmıyor. Bu seçimlerde, enflasyon ve hayat pahalılığı dahil yaşanılan ekonomik kriz ile Ukrayna Savaşının ortaya çıkardığı güvenlik endişeleri, onların oy verme davranışlarında temel etkenler olarak görülmekte. İki yıl önce Kırım’ı işgal ederek Kiev’e doğru ilerleyen Rusya, İkinci Dünya Savaşı sonrası kıtada yaşanan ilk savaşın tohumlarını atmıştı.
Rusya-Ukrayna Savaşı ve Suriye eksenli göçmen ve mülteci akınının yarattığı sosyolojik kaos, sıradan Avrupalının siyasi perspektifini konsolide etmiş olmalı ki, AP seçimlerinde Fransa, İtalya ve Avusturya dahil pek çok ülkede aşırı sağ ve milliyetçi oylar, rakiplerine fark attı. Almanya’da da aşırı sağcı ‘Almanya için alternatif partisi’ (AfD), en yüksek oy alan ikinci parti oldu.
Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un partisi, bu seçimlerde yüzde 15 oy alırken, Marine Le Pen’in liderliğini yaptığı aşırı sağcı ‘Ulusal Hareket’ yüzde 32 oy oranı ile birinci oldu. Bunun üzerine Macron, ulusal meclisi feshetti ve erken seçim kararını yürürlüğe soktu. Fransa’da son iki turlu cumhurbaşkanlığı seçimleri 24 nisan 2022 yılında yapılmıştı ve Macron yüzde 58.5 oy alırken LePen yüzde 41.4’de kalmıştı. Görüldüğü kadarı ile Le Pen, arayı kapatmış!
Milliyetçilik tarihi bağlamında bu gelişmeleri doğal olarak kabul etmek gerek. Özellikle imparatorlukların tarumar olduğu 19. yüzyılda ortaya çıkan ve yüz sene içinde tüm dünyaya hakim olan bu ideoloji, değişik teorik içeriklerle farklı formasyonlarda tanımlansa da, özünde ulusal bir kimlik ve ekonomiyi temel alır. Böylelikle, önceden hükümdar ve hanedan zeminindeki siyasi aidiyet duygusu, milliyetçilikte, ‘Halk’a mal edilir. Siyasi irade, ‘Halk’ın ortak iradesindedir. Bu nedenle de 19. yüzyılda ortaya çıktığında, milliyetçilik, radikal, yerleşik düzene karşı, anti-monarşist ve hatta devrimci bir karakterde var olmuştur. Bir toplumun dönüşümü ve refahının geliştirilmesi için de bu dinamikler vazgeçilmezdir.
Süreç içinde amiyane tarifle ‘kafatasçı’ bir düzlemden mature olarak daha eklektik ve popüler ve çoğunlukla da iktidarda olsun ya da olmasın, ortada var olan politikalara tepkisellikle hatırı sayılır bir oy kitlesine kavuşan milliyetçilik, modern dönemlerin küreselleşme uygulamalarına da kat’i muhalefeti ile dikkati çekti. Elbette küreselleşme için alternatif söylemi hepimizin düşüncelerini okşayan milli kalkınma modelleri ve korumacılık şeklinde cereyan etti.
***
Liberal ekonomi ve serbest piyasa bağlamında demokrasi bir bütün olarak ele alındığında, bu sistemlerin uygulandığı kıta Avrupası gibi hinterlantlarda hatırı sayılır bir toplumsal refahı ortaya çıkardığı inkâr edilemez bir realite olsa da, bu sürecin neden olduğu gelir dağılımı eşitsizliği ve sosyolojik kimlik dejenerasyonları, bugün Fransa’daki üçüncü jenerasyon göçmenlerden köken alan toplumsal olaylarda da gördüğümüz gibi bir çok sorunu da yarattı! Bu noktada, genel olarak ‘sol antendanslı’ partilerin bir alternatif olarak ortada olamamaları ‘milliyetçilik’ soslu oluşumların tüm tepkileri partilerinde topladıkları güç kazanma dönemini getirdi. Bir anlamda, küreselleşmeye dair her şeye toptancı ‘ret’ tavır, bu partilerin genel politikaları haline geldi. Artık milliyetçilikte de ‘yeni’ bir vurgulama yapılacaksa bu yenilik ‘anti-küresel’ duruş ile özdeşleşti. Çünkü uygulama hali ile var olan ‘küreselleşme’, tüm toplum bireylerini kapsayan ortak ülkü ve kültür formasyonunu sağlayamamıştı ve bundan olumsuz etkilenen ya da diğerleri kadar pay alamayan bir kesim vardı.
Bu gelişmeler her ne kadar bir durum tespiti olsa da birçok teorisyen artık ülkelerin doğal vasatı olan çok kültürlülük, kosmopolitik yapı ve azınlıklar perspektifinde, ‘milliyetçilik’ söylemlerinin nasıl evrileceği konusunda düşünmekten kendini alamıyor.
Bu yüzden, siyaset bilimciler, son AP seçimlerinde de görüldüğü gibi, Batı Demokrasilerinde de yükselen ‘milliyetçilik’ içine, daha liberal ve daha geniş bir vizyon enjekte edilerek var olan dinamikler ile radikal bir çatışma yerine palyatif geçişli çözümlerin hayalini kuruyorlar! O zaman da etnik ve dini orijinalitesini kaybeden evrensel özgürlükçü değerlere sahip bir anlayışın, milliyetçi hassasiyetleri nasıl koruyacak sorunsalını karşımızda buluruz! Gerçi Anthony D. Smith, Ernest Gellner, Benedich Anderson ve Eric Hobsbawm gibi müellifler, bu tür düşünce varyasyonlarını yani ‘hayali cemaatlerden’ Millet Mitinin matbuat yoluyla yaratılması evrelerini ayrıntılı olarak işlemişlerdir ve geldikleri nokta yine de milliyetçiliğin çağın ruhunu yansıtan sembolik düşünceler bütünü olduğunda hem fikirlilik olmuştur.
***
Zaten milliyetçilik de günümüzde savaşlar, küresel ekonomik krizler ve göçmen baskısı gibi nedenlerle, giderek özgürleşmeci bir perspektif yerine daha otoriter bir dalgaya tutunmuş durumda. Yani kapsayıcılıktan arınmış, dışlayıcı ve hiyerarşik bir yolda ilerliyor. Bunun için Putin, Trump, Modi, Şi Cinping, Le Pen, Giorgia Meloni ve Orban gibi şimdiki ve eski liderlerden oluşan yönetici profiline bakmak yeterli.
Yine de kaçınılmaz olarak milliyetçilik bir evrime ihtiyaç duyuyor. Nasıl, küresel iklim değişiklikleri, habitat daralması ya da pandemi gibi küresel sorunlardan fiziki olarak bir ülkenin korunması ve izole olması mümkün değilse, ulus devletlerin geleceği ve ulusal menfaatleri de ülkenin kendi sınırları içinde garanti edilemiyor. Kurtuluş, hümanistik yaklaşımın evrensel değerlerle vücut bulduğu bir milliyetçilik anlayışının inşa edilmesinde gibi görünüyor.