Şoven iktidarlar çoğalıyor

Bekir Ağırdır yazdı…

Dünyanın bugün karşı karşıya olduğu sorunlar, adaletsizlik, yoksulluk, yolsuzluk, otoriterlik, ekonomik ve teknolojik tekelleşme gibi meseleler karşısında hala duyarsızlar, eskinin kibrine teslimler. Ancak asıl tehlike aşırı sağın yükselişi değil, geçici bir araz gibi düşünülen, konuşulan popülizm, otoriterlik ve keyfiliğin kalıcılaşıyor olması. Herkes birbirinden korkar hale geliyor ve korkularla güvenlikçi ve ahlakçı politikalar kalıcılaşıyor. Bu da dünyanın adaletsizlik, yoksulluk, yolsuzluk meselelerini kalıcılaştırıyor

Avrupa Birliği üyesi 27 ülkede, Avrupa Parlamentosu (AP) için seçimler yapıldı. Sayılara ve siyasetçiler dahil kamuoyunun ilk tespiti ve tepkisi Avrupa’da aşırı sağın yükselişi oldu. AP seçimlerinin geçici sonuçlarına göre merkez-sağdaki Avrupa Halk Partisi (EPP), bilinen adıyla Hristiyan Demokratlar 184 milletvekilliği kazanarak en büyük grup olarak kaldı. Merkez-soldaki Sosyalistler ve Demokratlar İlerici İttifakı (S&D) da 139 milletvekilliyle ikinciliğini korudu.

Seçim sonuçlarına göre AP içindeki diğer gruplar ise parlamentodaki milletvekili sayıları büyüklüğüne göre sırasıyla liberaller (80), muhafazakârlar (73), aşırı sağ milliyetçiler (58), Yeşiller (52), sol (36), bağımsızlar (45) ve diğerleri (53).

Seçimlerin sonuçlarına bakıldığında merkez sağ Avrupa Halk Partisi (EPP)’nin AP içindeki ağırlığı daha da güçlenmiş, aşırı sağ milliyetçiler AP içinde kayda değer büyüklüğe ulaşmış görünüyorlar. Üç sağ grup bir arada merkez sağ, aşırı sağ, muhafazakârlar AP içinde 315 milletvekilliğiyle çok büyük bir güç haline gelmiş durumdalar.

Sayısal tabloya bakıldığında AP seçimlerinde aşırı sağ atılım yapmış ama geleneksel sağ ve merkez partiler yerlerini, ağırlıklarını korumuşlar. Geleneksel sol, sosyalistler, liberaller, Yeşiller gerilemişler. Önümüzdeki dönemde merkezi ve aşırısıyla sağ grup AP içinde görev dağılımlarını ve AB kurumlarının yönetimlerini belirleyecek demektir.

Seçim sonuçlarının Türkiye ve AB ilişkilerine de doğrudan etkileri olacak elbette. Öncelikle şu anda iki tarafın da hiç gündeminde olmasa da eğer Türkiye tekrar üyelik müzakerelerine başlayıp tüm koşulları yerine getirirse AB’ye katılımı AP’de oylanacak.

Türkiye’nin vize serbestisi alması ve Gümrük Birliği’nin güncellenmesi konusunda da AP’nin AB Bakanlar Konseyi ile ortak etkin bir rolü var, AP’de mutlak çoğunluğun “evet” demesi gerekecek. Kısaca kendi siyasi gündemimize sıkışmış olsak da doğrudan geleceğimizi konuşuyoruz aslında.

AP içindeki milletvekili dağılımında önceki döneme göre çok büyük fark yoksa da özellikle AB’nin ekonomik ve siyasi güç merkezi sayılacak ülkelerinde milletvekili sayılarından öte aşırı sağ ve şoven partilerin ulaştıkları oy oranları, artan siyasi ağırlıkları dikkat çekiciydi.

Fransa’da Le Pen’in liderliğini yaptığı aşırı sağcı parti yüzde 31.50’lik oranla ilk sırayı alırken, partisi yüzde 15.2 oy alabilen Cumhurbaşkanı Macron erken seçime gidileceğini duyurdu.

İtalya’da Başbakan Giorgia Meloni’nin aşırı sağcı partisi AP seçimlerinden de birinci parti çıktı, seçimlere katılım oranı yüzde 48 oldu. Almanya’da seçimleri muhafazakar Hristiyan Birlik Partileri kazandı. AP seçimlerinde aşırı sağcı parti (AfD) oylarını artırıp yüzde 15.9’la ikinci olurken 4 eyalette birinci parti konumuna yükseldi.

Belçika’da milliyetçi Flaman N-VA seçimi önde tamamladı, iktidar oy kaybetti ve Başbakan Croo istifa edeceğini açıkladı. İspanya’da AP seçimlerini az farkla merkez sağdaki Halk Partisi kazandı, aşırı sağcı bir parti yüzde 9.62, bir diğeri yüzde 4.59 oranında oy aldılar. Seçimlere katılım yüzde 50’nin altında kaldı.

Avusturya’da aşırı sağcı parti oylarını yüzde 8.3 artırarak birinci parti oldu. Seçimlere katılım oranı yüzde 55.8 oldu. Macaristan’da AP seçimini oy kaybına rağmen sağcı Başbakan Orban’ın partisi kazandı. Portekiz’de seçimlere katılım yüzde 38, Slovakya’da yüzde 34.4, Çekya’da yüzde 36.5, Hırvatistan’da yüzde 21.3,  Bulgaristan’da yüzde 31.4 oldu.

 

‘Panzehir’ işe yaramadı

AP seçimlerinin iki önemli sonucu var, birincisi aşırı sağ partiler yükselirken sol ve Yeşillerin oy kayıpları, ikincisi de Avrupalı seçmenin seçimlere ilgisizliği ve iki seçmenden birinin sandığa gitmemiş olması.

AP seçimlerinde 27 ülkedeki 185 milyon kayıtlı seçmenin seçimlere katılımları ortalamada yüzde 51 oldu. Yani 90 milyonu aşkın seçmen oy kullanmadı. Gerçi AP seçimlerinde de hatta kendi ulusal seçimlerinde de seçmenlerin ilgisizliğini ve katılımın genel olarak düşük olduğunu biliyoruz. AP seçimlerine katılım 2019’da yüzde 50.7, 2014’te yüzde 42 olmuş.

Yalnızca AP seçimlerinde değil genel olarak Batı ülkelerindeki düşük katılımın temel nedeni temsili demokrasinin ve onun siyaset, parti yapılarının krizi bence. Bu ülkeler sanayi toplumuna geçişi tamamlamış, kurum ve kurallarını oluşturmuş ülkeler aynı zamanda. Ekonomik yapı tümüyle serbest pazara bırakılmış, sosyal devlet piyasaya terk edilmiş, hatta adalet, güvenlik, ordu bile özel şirketlere devredilmekte olan ülkeler. Sanayi toplumunun, temsili demokrasinin standartlarını belirlemiş ülkeler.

Öte yandan tarihsel süreçte tüm bu kazanımlarını dünyanın geri kalanının kaynaklarını, zenginliklerini kullanarak, sömürerek bu seviyeye gelmişler.

Bugün ise Batı ekonomik sistem olarak da siyasi sistem olarak da bir muasır medeniyet fikriyatı olarak da krizde… Dünyanın bugün karşı karşıya olduğu sorunlar, adaletsizlik, yoksulluk, yolsuzluk, otoriterlik, ekonomik ve teknolojik tekelleşme gibi meseleler karşısında hala duyarsızlar, eskinin kibrine teslimler. Olan bitene karşı ahlaki, siyasi, ekonomik sorumluluklarından habersizler ya da bu meselelere karşı duyarsızlar.

Öte yandan gündelik yaşamın değişen ritmine, mekânsal, teknolojik, ekonomik karmaşıklığına karşın kendi ülkelerindeki meseleleri de yönetmekte sorunları var. Sanayi toplumu dokusuna göre oluşmuş kurumlar ve kurallar bugüne yetmiyor. Sanayi toplumu seviyesine ulaşmış olmanın rahatlığı içinde yönetim bürokrat ve teknokratlara teslim edilmiş durumda. Standart ve teknokratik çözümler her bir ülkenin, metropolün, kentin özgün, karmaşık sorunlarını çözmeye yetmiyor.

Bu tek tiplilik ve standardizasyon mantığına göre oluşmuş siyasi yapılar, partiler de bugünün insanının ihtiyaç ve taleplerine de heyecan ve tutkusuna da ulaşamıyor. Siyaset yeni insanları çekemiyor, bilimden beslenemiyor. Teknolojik sıçramaya teknokratik çözümler aranıyor ama hala başarılmış değil. Sermayedeki tekelleşme teknolojik tekelleşmeyi de etkiler hale gelmiş durumda.

Batı ülkelerinin kendi sorunları yanı sıra dünyanın sorunlarının üzerlerinde, sınırlarında, kurum ve kurallarında ürettiği basınç birleşerek krizi derinleştiriyor.

Temsili demokrasinin krizini aşmak için panzehir katılımcı demokrasiydi ama olmadı. Gündelik kararlara doğrudan katılım için yeni yol, yöntemler mümkündü. Bunun yerine hala birkaç yüz temsilciye dört-beş yıllığına tüm yetkinin devredilmesi yönteminde ısrar edildi. Sonuçta siyasetin de yetersizliğiyle tüm gelecek teknokratik oligarşiye, ekonomik ve teknolojik tekellerin eline terk edildi. Seçmenler de kendi iradelerinin yansımayacağını bildikleri bir siyaset ve yönetim sisteminden uzaklaştılar.

Sanayi toplumu sonrasının hikayesini arayan ülkelerde sol, Yeşiller gibi fikriyat yirmi, otuz yıl önceki sıçramasını sisteme itirazıyla başarmıştı. Bugün geldikleri nokta ise sistemin içindeki eleştirel hareketlere dönüşmeleri oldu. Hatta bazıları popülizmin yükselişine bakarak popülist siyasetlere savruldu.

Buna karşılık aşırı sağ, şoven, popülist hareketler, partiler, liderler yükselişte. Her ülkede özgün, yerel, farklı nedenler olsa da ortak bir noktaları var. En kısa ve kolay cevap küresel göç dinamizmine karşı ülkelerindeki şoven tepkiyi örgütlüyor olmaları. Ama mesele bundan ibaret değil hatta yalnızca aşırı sağın yükselişini göçmen karşıtlığına bağlamak da doğru değil.

Şoven iktidarlar çoğalıyor

Batı zihniyetiyle, sistemiyle krizde, tıkandı. Yeni yolu, hikayeyi üretebilmiş değil henüz. Özellikle de pandemi süreci ve ardından uzun süredir unuttukları hortlamış ekonomik kriz, borç sarmalı, enflasyon gibi meseleler sistemin parıltısını iyice söndürdü.

Dünyanın yaşadığı küresel ekonomik ve siyasal güç paylaşımı geriliminde aktör bile olamayıp seyirci kalmak, Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline yalnızca kendi güvenlikleri ve enerji ihtiyaçları perspektifinden bakmak, İsrail’in Gazze’deki soykırımına tümüyle seyirci kalmak ahlaki üstünlüklerini sildi süpürdü.

Aşırı sağ, şoven, popülist hareketlerin ortak noktası, ‘ortak Batı, ortak Avrupa’ fikrine, tahayyülüne, çabasına itiraz edişleri. Genel olarak sağ siyasetlerin merkez sağdan radikal sağa doğru ayrıştıkları nokta da burası. Geleneksel sağ hala Avrupa fikrine bağlı, ekonomik ve siyasi sistemin sürdürülmesinden yana. Bu bakımdan geleneksel sol ile de mutabık oldukları bile söylenebilir. Aşırı sağ ise kimlik siyaseti yapıyor, ulus devleti savunuyor, ortak Avrupa fikrine, kurum ve kurallarına, küresel göçe, göçmenlere de karşılar. Özellikle de İslam ülkelerine ve Müslüman göçmenlere yönelik derin bir korku, bu korku nedeniyle de nefret söylemine yaslanan bir politik çizgileri var. Kimlik siyasetlerinin bir unsuru olarak da ahlakçı, özgürlük karşıtı ve otoriter bir politika setine sahipler.

Yerkürenin ritmindeki değişimin ürettiği sorunlar korkuları artırıyor. Hızlanan gündelik hayatın getirdiği sığlaşma giderek lümpenleşmeyi çoğaltıyor. Lümpenleşme yeni bir şeyi kurma, yapma duygu ve çabasını değil olanı koruma güdüsünü besliyor. Korku nedenleri çoğalıyor, kimi zaman göçmenler kimi zaman Müslümanlar, Rusya, Çin, terör, IŞİD, Taliban ve hatta özgürlükler ve tüm farklılıklar.

Fikri derinliği ve gelecek hikayesi olmayan ama popülaritesi, belagati yüksek genç liderlerin umutlara değil korkulara yaslanan, ne yapacağını değil neyi yıkacağını anlatışları siyasi şehveti besliyor. Yeniden sahneye dönen ulus devletlerin güvenlikçi politikaları, siyasetin, medyanın ve yeni medyanın lümpenliği ve korkuyu çoğaltıcı örgütlü kötülüğü zaten kendi hayatına dair umutsuzluğu yüksek gençliği harekete geçiriyor.

Elde yeni bir söz, yeni bir hikaye olmadıkça tüm olumsuz deneyimlerine, hatıralarına karşın ayrımcılık, farklılıklara nefret, düşmanlık, ırkçılık otoriterliği besliyor. Asıl tehlike aşırı sağın yükselişinden öte. Aslında seçimlere katılma oranlarına bakarsak ülkelerin, toplumların toplamda hala yüzde 10’lar mertebesinde desteğine sahipler. Fakat sessiz yüzde elli umutsuzluk, ilgisizlik, kayıtsızlık nedeniyle sahneye çıkmamakta direnince aşırı sağ temsili demokrasinin sayısal imkanlarıyla iktidara yürüyor ya da ortak oluyor.

Asıl tehlike geçici bir araz gibi düşünülen, konuşulan popülizm, otoriterlik ve keyfiliğin kalıcılaşıyor olması. Herkes birbirinden korkar hale geliyor ve korkularla güvenlikçi ve ahlakçı politikalar kalıcılaşıyor. Bu politikalar da dünyanın adaletsizlik, yoksulluk, otoriterlik, kimliğe sıkışma, yolsuzluk meselelerini kalıcılaştırıyor.

Dünyanın her yerinde şoven iktidarlar çoğalıyor, güçleniyor. İki hafta önce Hindistan’da da seçim vardı ve şoven, otoriter, Hindu milliyetçisi parti ve halen başbakan olan Modi seçimi tekrar kazandı. Bu arada AP seçimlerinin yapıldığı hafta Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri “nükleer silahların kullanılması riskinin Soğuk Savaş’tan bu yana görülmemiş boyutlara ulaştığı” uyarısını yaptı.

Bir başka haberde ise Ukrayna’nın Afrika ülkelerinde büyükelçilikleri üzerinden Rusya’ya karşı asker toplamak olduğundan bahsedilerek savaşın Afrika’ya yayıldığından söz ediliyordu. Yine bir başka haberde de Rusya’nın Afrikalı gençleri zorla Ukrayna’da savaşa yolladığı yazılıyordu. Bu haberler Batı gazetelerinin minik birer dış haberleri iken BM Sudan’da devam eden iç savaş nedeniyle dünyanın en büyük iç göç krizinin yaşandığını bildiriyordu.

O zaman yalnızca Avrupalı seçmenin değil hepimizin önündeki soru şu: Ne yapacağız? Ne yapmalıyız?

* Oksijen gazetesinden alındı