Liberal demokrasinin hikayesi, tam bir akıl hikayesidir.
Akıl; bugünden 300 yıl kadar önce, Avrupa’nın aydınlanma çağında doğa ve insan bilimlerinin ortaya çıkmasıyla harekete geçti. Doğa ve insan bilimlerindeki bilimsel düşünce aklı, akılda bireyin özgürlüğünü, eşitliğini ve mülkiyet hakkını yani liberal düşünceyi ortaya çıkardı.
Liberal düşünce süreç içinde politik ve ekonomik alanda ilerledi. Liberal düşüncenin, politik alanda ilerlemesinden, bireyin eşitliği, özgürlüğü ve mülkiyet hakkı konuları ortaya çıktı ve buradan liberal demokratik sistem doğdu. Liberal düşüncenin ekonomik alanda ilerlemesinden ise iş yapma özgürlüğü de demek olan piyasa ekonomisi doğdu. Demokrasi ve piyasa ekonomisi birleşerek; bugünkü kapitalist sistemi doğurdu.
Yani aslında, Avrupa’nın aydınlanma çağında; akıl demokrasiyi, demokrasi de kapitalist sistemi doğurmuştur dersek yanlış bir şey söylemiş olmayız.
Bu ilk haliyle demokrasi, bireyin önceliğinden, halkın gerçek eşitliğine dayalı ‘’halk egemenliği’’ne doğru ilerledi ve erkekten, kadına doğru genişledi.
Aydınlanma çağının öncü hareketlerinden olan Fransız İhtilalinden sonra halkçı mülkiyetin gerçek eşitliği yerine, “vatandaşlık”’ gibi soyut bir eşitlik kavramı ortaya atıldı. 1789 Fransız Devrimi’nden 3 yıl sonra, Fransız meclisi tarafından Avrupa sömürgeciliğinin aslan payını alarak zenginleşmiş Yahudilere vatandaşlık verildi. Irklar ulusa, bireyler vatandaşa dönüştü. Bu kavramsal değişiklik, vatandaşları eşitsizleştirdi. Vatandaşlar; zengin Yahudiler ve fakir Fransızlardan oluştu. İnançlar; fakirleri alkışladı, bilim; zenginleri arkaladı. Böylece, bugüne kadar devam eden kapitalist değerler sistemi oluştu.
Eşitliği ve özgürlüğü doğuran aklın demokrasisi; devreden çıktı, ‘’Zengin vatandaş banker’’in aklı demokrasiyi etkisi altına aldı.
Demokrasinin akıl tutulması böyle başladı.
Zengin burjuvazi; Avrupa finans, ticaret ve sanayi sisteminin tam göbeğine yerleşti. Giderek; başta İngiltere olmak üzere, devletleri ele geçirip, onları şirketleştirdiler. Ardından 20. yy başında Yahudi ağırlıklı bu burjuvazi; ağırlıklarını Avrupa’dan, ABD’ye kaydırdılar. ABD’ye hakim olup, onu da şirketleştirdiler. ABD’nin 2. Dünya Savaşını kazanmasıyla da, Yahudi güdümlü kapitalist emperyalizm yüzyılı başladı. Emperyalist kapitalizm, kendini oluşturan iki unsuru da yani; demokrasiyi ve piyasayı, Amerika’da, ABD’de ve bütün dünyada düzenleyip, kontrol eder hale geldi. Kapitalizmin bu egemenliğinin boyutu ve enstrümanları anlaşılmadan, dünyanın hiçbir yerinde demokrasi anlaşılamaz ve yorumlanamaz. Ama kesinlikle şu söylenebilir; Liberal Demokrasiyi benimseyen bütün ülkelerde ve bu arada Türkiye’de; milli ve bağımsız akılların yerine emperyalist kapitalizmin üst aklı geçmiştir.
Bu yüzden bütün liberal demokratik ülkeler; akıl tutulması yaşamaktadır.
Türkiye’nin demokrasi hikayesi İkinci Dünya Savaşından sonra başladı.
İkinci Dünya Savaşı galiplerinden olan Sovyetler ve onların lideri Stalin; Sovyet Rusya ile aramızda 1925 yılında imzalanan Dostluk Ve Tarafsızlık anlaşmasını yenilemedi, boğazlarda üs ve doğuda toprak talebinde bulundu. Türkiye’yi harbin diğer galibi Emperyalist Kapitalizmin Merkezi ABD’nin tarafına itti.
ABD de; Türkiye’ye ekonomik ve siyasi destek verebilmek için Türklerin çok partili sisteme geçmesini şart koştu. Böylece Türkiye; 1946 yılında hiçbir hazırlığı, tasarımı ve hukuki sistemi olmadan çok partili sisteme ve sözüm ona demokrasiye geçti.
Kısaca çok partili Türk demokrasisi; Sovyet tehdidinden ve Amerikan emperyalizminin dayatmasından doğdu.
Doğal olarak bu demokrasi; onu bize dayatan; ABD emperyalizminin etkilerine ve manipülasyonlarına açık bir demokrasi oldu. Müdahaleler, muhtıralar, darbeler, bölünmeler ve terör örgütlerinin gölgesinde 80 yıl bir kaotik demokrasi yaşadık. Maalesef kendimize uygun bir model tasarlayamadık.
Oysa bütün dünya liberal demokrasileri kendilerine uygun anayasal formlar geliştirdiler. Birleşik Krallık’ta, Belçika’da, Kanada’da olduğu gibi Anayasal Monarşi altında parlamenter sistemler geliştirdiler. ABD’de, Fransa’da veya Hindistan’da olduğu gibi Anayasal Cumhuriyet tanımları altında başkanlık sistemleri geliştirdiler. Kendi dokularına uygun demokratik formlar oluşturdular.
Biz ise önce parlamenter demokrasiyi denedik. Bu sistem koalisyonlarla istikrarsız ve yönetemez bir demokrasi haline geldi. Sonra Başkanlık Sistemi arayışlarına geçtik. Bugün hiçbir yerde örneği olmayan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine savrulduk. Bugün ise Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin; şahsi politikaları anayasallaştırdığı, otorotorizme yol açtığı, ekonomik ve siyasi krizlere neden olduğu ileri sürülmektedir. Bu yüzden; Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin iyileştirilmesi ya da güçlendirilmiş parlamenter sisteme dönülmesi gibi tartışmalarla hala bir demokratik model arıyoruz.
Hiç vakit kaybetmeden yönetim etkinliğimizi artıracak, parti içi demokrasiyi güçlendirecek, seçen ve seçilen tanışıklığına dayalı, dar bölge ve iki turlu seçim gibi önemli boyutları içeren yeni bir demokratik model tasarlamalıyız. Bu tasarımı uzman vasıflı hukukçularla değil, her şeyden haberli ve her şeyi birbirine bağlayabilen, bütüncül düşünebilen tasarımcılarla yapmalıyız.