Avrupa’da yükselen aşırı sağ!

Geçen sene ekim ayında Hollanda’da yapılan genel seçimleri farklı kazanan Özgürlük Partisi’nin (PVV) aşırı sağcı lideri Geert Wilders, her ne kadar diğer siyasi liderlerin şiddetli itirazları nedeniyle Başbakanlık talebinden vazgeçse de, zamanın ruhuna dair Avrupalıların özlem duyduğu  “kimlik, egemenlik, yasadışı göç ve ilticanın sona ermesi”ne dair manifestosu; tüm kıtayı kaplamış görünüyor! Avusturya’da geçen hafta yapılan seçimlerde, Avusturya’da doğan Adolf Hitler’in sıfatlarından birisi olan ‘halkın şansölyesi, Volkskanzler’ unvanını bizzat kullanarak son derece kutuplaştırıcı bir kampanya yürüten Özgürlük Partisi (FPÖ) lideri Herbert Kickl büyük bir başarı göstererek partisini birinciliğe taşıdı!

FPÖ, 2. dünya savaşı sonrası Nazi ve SS subay kalıntıları tarafından kurulan aşırı milliyetçi ve İslam karşıtı bir parti. Seçime katılan Avusturyalıların yüzde 29.2’sinin oyunu aldı. Toplumlarına uymayanların zorla sınır dışı edilmesi, seçim vaatlerinden birisi idi!

Biliyorsunuz 6-9 Haziranda yapılan Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinde de aşırı sağ ciddi bir başarıya imza atmıştı. AB üyesi ülkelerin vatandaşları her ne kadar bu seçimlere yoğun bir ilgi duymasa da son tahlilde seçime katılım oranları yüzde 50 civarında gerçekleşiyor. Örneğin 720 milletvekilinin 81’inin seçildiği Fransa’da buy oran yüzde 45.26’da kalmıştı.

Görüldüğü kadarı ile gerek Avusturya gerekse Avrupa Parlamentosu seçimlerinde de, enflasyon ve hayat pahalılığı dahil yaşanılan ekonomik kriz ile Ukrayna Savaşının ortaya çıkardığı güvenlik endişeleri, oy verme davranışlarında temel etkenler oldu. İki yıl önce Kırım’ı işgal ederek Kiev’e doğru ilerleyen Rusya, İkinci Dünya Savaşı sonrası kıtada yaşanan ilk savaşın tohumlarını atmış olsa da, Avusturya seçimlerinin galibi FPÖ, Kremlin yanlısı bir politika gütmekte beis görmüyor!

Rus-Ukrayna Savaşı ve Suriye eksenli göçmen ve mülteci akınının yarattığı sosyolojik kaos, sıradan Avrupalının siyasi perspektifini konsolide etti, sonuçta da Fransa, İtalya ve Avusturya dahil pek çok ülkede aşırı sağ ve milliyetçi oylar, rakiplerine fark atıyor. Örneğin. Almanya’da da aşırı sağcı ‘Almanya için Alternatif Partisi (AfD), en yüksek oy alan ikinci partilerden birisi…

AP seçimlerinde, Marine Le Pen’in liderliğini yaptığı aşırı sağcı ‘Ulusal Hareket’ yüzde 32 oy oranı ile birinci olmuş, bunun üzerine Macron, ulusal meclisi fesh ederek erken seçime gitmişti.

Milliyetçilik, imparatorlukların tarumar olduğu 19. yüzyılda ortaya çıkan ve yüz sene içinde tüm dünyaya hakim olan bir ideoloji ve değişik teorik içeriklerle farklı formasyonlarda tanımlansa da, özünde ulusal bir kimlik ve ekonomiyi temel alır. İronik olarak da başlangıç evrelerinde radikal, yerleşik düzene karşı, anti-monarşist ve hatta devrimci bir karaktere sahip olmuştu. Bir toplumun dönüşümü ve refahının geliştirilmesi için de bu dinamikler vazgeçilmezdir.

Ama milliyetçilik, süreç içinde amiyane tarifle ‘kafatasçı’ bir düzlemden mature olarak daha eklektik ve popüler ve çoğunlukla da iktidarda olsun ya da olmasın, ortada var olan politikalara tepkisellikle hatırı sayılır bir oy kitlesine kavuştu. ***

Liberal ekonomi ve demokrasi zemini, Avrupa kıtasında hatırı sayılır bir toplumsal refahı ortaya çıkarsa da neden olduğu gelir dağılımı eşitsizliği ve sosyolojik kimlik dejenerasyonları, Avusturya dahil bir çok ülkede sorunları da beraberinde getirdi.  İktidarı paylaşan ‘Sol antendanslı’ partiler alternatif çözümler üretemeyince, ‘milliyetçilik’ soslu oluşumların tüm tepkileri partilerinde topladıkları güç kazanma dönemi yaşandı. Bir anlamda, küreselleşmeye dair her şeye toptancı ‘ret’ tavır, bu partilerin genel politikaları haline geldi. Çok kültürlülük, kosmopolitik yapı ve azınlıklar perspektifinde gelişen her sosyolojik olgu, ‘milliyetçilik’ söylemlerinin derinleştirdi.

Artık aşırı sağcı partiler, seçimlerde de birinci parti haline gelince, siyaset bilim teorisyenleri, batı demokrasilerinde yükselen ‘milliyetçilik’ içine daha liberal ve daha geniş bir vizyon enjekte edilerek var olan dinamikler ile radikal bir çatışma yerine palyatif geçişli çözümlerin hayalini kurmaya başladılar! O zaman da etnik ve dini orijinalitesini kaybeden evrensel özgürlükçü değerlere sahip bir anlayışın, milliyetçi hassasiyetleri nasıl koruyacak sorunsalını karşımızda buluruz! Gerçi Anthony D. Smith, Ernest Gellner, Benedich Anderson ve Eric Hobsbawm gibi müellifler,  milliyetçiliğin çağın ruhunu yansıtan sembolik düşünceler bütünü olduğunda hem fikir gözüküyor.

***

Zaten milliyetçilik de, günümüzde savaşlar, küresel ekonomik krizler ve göçmen baskısı gibi nedenlerle,  giderek özgürleşmeci bir perspektif yerine daha otoriter bir dalgaya tutunmuş durumda. Yani kapsayıcılıktan arınmış, dışlayıcı ve hiyerarjik bir yolda ilerliyor. Bunun için Putin, Trump, Le Pen, Giorgia Meloni, Orban ve şimdilerde Geert Wilders ve Herbert Kickl gibi liderlerden oluşan yönetici profiline bakmak yeterli.

Kurtuluş, humanistik yaklaşımın evrensel hukuk ve demokrasi değerleri ile vücut bulduğu bir milliyetçilik anlayışının inşa edilmesinde gibi görünüyor. Ama Geert Wilders, Herbert Kickl ve LePen gibi çağımız aşırı sağ liderlerinde bu kumaş yok!