Nereye savruluyoruz?

80’li yıllara kadar ülkede siyasetle uğraşanların hangi partiden oldukları kolaylıkla ayırt edilebilirdi.

CHP’li yerel politikacılarda bir Köy Enstitüsü kültürünün izleri gözlenirdi.

Bir yönleri ile sosyalizme gönül köprüsü kurmuş, “Atatürk sevgisinin yanında, İsmet Paşa’ya laf söyletmeyen” insanlardı bunlar.

“Aydın” olma tekelini ellerinde tuttuklarına inanırlardı.

Gittikleri mekânlar, okudukları gazeteler, hayata bakışları birbirlerine benzerdi.

Bu insanlara yönelik en acımasız belirlemeyi Attila İlhan yapmıştır.

Tipik bir CHP aydını, ona göre “tembel, alkole düşkün ve kültürsüzdü.”

Burada “kültürsüz” saptaması önemlidir.

Kurucu ideolojisi ile hemen her şeyi yeniden tariflenmiş bir ülkede, geçmiş bir kenara bırakılarak, yepyeni mitoslar ve o esaslara uygun eğitim ve kültür politikaları ile bir Cumhuriyet insanı oluşturmak hedeflenmişti.

Bu biçimlendirme sürecinin kilit unsuru “merak” olgusunun sakıncalı hale getirilişidir.

Rejimin siyasileri de sorgusuz bir dünya görüşünün zihin konforunda, kendilerini aydın zannederek yaşamışlardır.

Tek parti döneminin dış dünyaya kapalı bir model oluşu, tüketim kalıbının düşüklüğü, ranta imkân sağlayamayacak fakirlik düzeyi, gözü açılmamışlara özgü bir ahlak tutumu oluşturmuştu.

İlerleyen zamanlarda, önce Demokrat, arkasından Adalet Partileri ile biraz daha farklı politikacı tipi belirmeye başladı.

Toplum artık katı devlet uygulamalarına karşı kıpırdanıyordu.

Müslüman eşraf ve esnaf kesim için mülkiyet güvencesi ve zenginleşme heyecanı ön plana çıkıyordu.

Kasaba ve köylerin tek sosyalleşme vesilesi olan dini inançların daha özgür yaşanması isteniyordu.

Bahse konu sağ partiler bu beklentiler üzerinden politika yaparak halkta büyük oranda karşılık görmeye başladı.

Daha henüz politikanın her türden imkân aracı olarak görüldüğü zamanlara uzaktık.

Sonra Özal dönemi geldi.

Türkiye’nin dış dünyaya açılma süreci başlamıştı.

Militer vesayetin gölgesinde; muhafazakârlar ve Kürtlerin demokrasi talepleri, kapalı toplumun farklı bir dış dünyanın farkına varışı, liberal rüzgârlar, ekonomik krizler, devlet memurluğunun maddi ve manevi kan kaybetmesi… ve nihayet “benim memurum işini bilir” söyleminin devletin en tepesinden anons edilmesi ile uysallaştırılmış değerler sallanmaya ve savrulmaya başladı.

Arkasından muhafazakârlar iktidara geldi.

 

Bu arada Türkiye zenginleşiyor, ancak devletin vazgeçilmez sanılan kurumsal yapıları değişime uğratılıyordu.

Bağlı olarak yeni bir politikacı tipi türüyor, her kesimden siyasiler sırayla farklı bir çehreye bürünüyor, yaşanan bu erozyon iş dünyasına da sirayet ediyordu.

Kuralları zorlamak, hukuku önemsememek, kanunların caydırıcı niteliğini kaybetmesi, ahbap-akraba kayırmacılığı, bir an önce köşeyi dönme iştahı, fütursuz ilişkiler, yapanın yanına kar kalması… Hem kamu hem de iş hayatının normali haline dönüşmeye başladı.

Sosyologlar buna “toplumsal çürüme” diyor.

Bahse konu “çürüme” yargısı pek çok parametre üzerinden oluşturulur.

Bu noktada, onlarca kriter itibarıyla maalesef dünya ülkeleri arasında en aşağılardayız.

Cumhuriyetin ikinci yüzyılı başlarken, şimdilerde bu vahim aşamayı yaşıyoruz.