Talan, yağma, ganimet

Türkiye ölçeğinde son 40 yıl hayatın her alanında “değişim” çok hızlı oldu. İnsanlar yüksek tempolu, yorucu bir koşuşturmanın içinde. Çok kişinin ağzında hep aynı cümle. “Öncesinde mütevazi yaşamımız vardı, ancak daha mutluyduk.” Şimdilerde sanki mutlulukla refah kavramı birbirine karıştı, aynı şey zannedilir oldu.

Varlıklı olmanın mutluluğu arttıracağını varsayılıyor.

Ahlak ve erdem kavramları toplum nezdinde inandırıcılığını giderek kaybediyor. “İyi ve düzgün olma” hali istihza ile karşılanan bir “yetersizlik kılıfı” olarak algılanmaya başladı. Oysa 1970’li yılların sonlarına kadar naif bir toplumduk.

Devrimcilerimiz ve ülkücülerimiz bile romantizme kaçan idealistlerdi. Haydutlarımız, dolandırıcılarımız, Sülün Osman’dan Raki’ye gülümseme ile anılırdı. Devlet kurumlarından ve kanunlardan herkes çekinirdi. Yahya Demirel hayali ihracat yaptı, diye ortalık ayağa kalkmıştı.

Şimdilerde milyar dolarlık nepotik yolsuzluklar gündem bile olmuyor.

Kızıl Çin ve Arnavutluk’la beraber dünyaya en kapalı ülkelerdik. Her vesile “fakir ama onurlu” olduğumuz söylenirdi. Sonra 1980’li yıllara gelindi. Turgut Özal’la birlikte ekonomi libere edildi, dışa açılma başladı. Ülkenin geçmişe göre zenginleşme ve tüketimle tanışma dönemi gelmişti.

Ancak 1980’ler eş zamanlı “gelir dağılımının” bozulmaya başladığı süreçlerdir. Zenginin ve yoksulun çok da farklı olmayan yaşam kalıpları artık ayrışıyordu. Toplumda “köşeyi dönmek” gibi deyimler türemeye başlamıştı.

Cumhurbaşkanı “benim memuru işini bilir” diyerek rüşvete yeşil ışık yakıyordu. Bürokrasi, siyaset, iş dünyası üçgeninde karanlık iş birlikleri oluşmaya başlamıştı. Toplumsal değerler hızla aşınıyordu. Değişen iktidarlar eğitim ve kültür politikalarını kendi anlayışları doğrultusunda yeniden biçimlendiriyorlardı.

Neticede; toplumda değerli ve düzgün olmanın karşılık görmediği zamanlar yaşanmaya başladı. Liyakat önemini kaybediyor, düzene adapte olan vasatların hükümranlığı giderek artıyor. Üstelik; acımasız, gaddar ve duyarsız hallerini fütursuzca tırmandırıyorlar. Toplumun kurumlarından başlayan çürüme her kesimi sarmaya başladı.

Bebekleri öldüren doktorlar, çocuklara tecavüz eden sapıklar, kadın cinayetleri, tabiatı geri dönüşsüz katleden sözde iş insanları, kamu görevini para kazanma vesilesi görenler… Gözü dönmüş halleri ile günlük hayatımızın yeni normalleri oldular. Gelişmeleri dehşetle izleyen küçük bir azınlık dışında, ahlaki çöküntünün sardığı insanlarımız, işin acısı “emeksiz zenginliğe” teşne halleri ile fırsat kollar durumundadır.