Muazzez İlmiye Çığ’ı kaybettik.
Atatürk’e sığınmış, onu yaşamış ve 110 yıllık ömrü boyunca onun peşini hiç bırakmamış bir Türk Bilim İnsanını kaybettik.
Onun hikayesi Osmanlı’yla başlıyor. Osmanlı Türklerle yola çıkmış fakat onları yolda kaybetmiş bir imparatorluktur. Türklerle başladı, zamanla çok milletli, çok dinli, çok dilli bir imparatorluğa dönüştü. Ama bu çokluğun ortaklığı yoktu. Bu yüzden yıkıldı. Yıkılırken peşinden gidenler ortada kaldı. Zulme ve soykırıma uğradı. Kurtulabilenler; Anadolu’ya ve Atatürk’e sığındılar.
Muazzez’in ailesi de, Kırım’dan kurtulabilen Tatar Türklerinden Anadolu’ya ve Atatürk’e sığınanlardandı. Muazzez; Atatürk’ün Türklerin önüne düştüğü yıllarda, 1914’te, Anadolu sığınağında doğdu. O beş yaşındayken, 1919’da İzmir işgal edildi. Atatürk öldüğünde ise 26 yaşındaydı. Atatürk savaşırken de vardı, Atatürk Türkiye’yi kurarken de vardı, o Atatürk’ün ve ona sığınan Türklerin mücadelesinin canlı tanığıydı.
Yani o; Atatürk’ün Muazzez’iydi.
Milyonlarca yorgun ve yoksul Türk gibi, kaderi Atatürk’ün arkasında belirlendi. O da Cumhuriyet kuşağının tüm gençleri gibi, Atasına ve vatanına hep sevgiyle bağlı kaldı. Yaşamıyla şahitlik ettiği ölüm kalım mücadelesi içinde kurulan vatanına koşulsuz hizmet aşkıyla bağlandı. Atatürk öldükten sonra yaşadığı 84 yıl boyunca onun yolundan milim sapmadan yürüdü.
Atatürk, cephe seçme şansı olmayan bir savaşçıydı. Sadece asker, diplomat değil, tarihçi, sosyolog, teknolog ve ekonomist olarak pek çok cephede savaşmak zorundaydı. Bütün sorunları bir arada çözmek, geçmiş ve geleceği, çareyi ve çaresizliği birbirine bağlamak zorundaydı, yani her şeyi yeniden tasarlamak zorundaydı.
Atatürk’e; komutan, diplomat, lider, önder, ne desek ona az gelir. Ama bir şey onu tam tarif eder. O bir Türk tasarımcısıydı. O tarihin gördüğü en büyük tasarımcıydı. Önce Anadolu eksenli bir YURT tasarladı. Bu yurdun sınırları için düşmanlarına rest çekti, “Ya İstiklal Ya Ölüm” dedi. Savaştı. Kazandı.
Sonra o yurda bir ULUS tasarladı. TÜRK ULUS’unu tasarladı. Türk kimliğine bir alfabe, bir dil, bir tarih tasarladı. O Ulusa bir DEVLET tasarladı, ulusa ve devlete bir hukuk düzeni tasarladı.
Ulusun inanç sistemini serbest bırakarak ve devletin dışına alarak, devleti ve ulusu laikleştirdi. Ulusa bir eğitim ve üretim düzeni oluşturdu.
En mühimi; bilimi ulusa rehber yaparak, ulusun düşünce sistemini akla dayandırdı. Kısaca Atatürk; yaşayan her Türk’ün ve doğacak her Türk çocuğunun geleceğini tasarladı. Tasarımlarını da onlara emanet etti.
Muazzez’de bu “Tasarım emanetçileri”nden biriydi. Atatürk’ün Türk Tarih Tasarımının emanetçisiydi.
Gelin bu tarih tasarımına yakından bakalım…
Türklere saldıran Sömürgeci Avrupa; Türkleri Anadolu’da istemiyor, onların dillerini ve tarihlerini yok sayıyordu. Oysa bu Sömürgeci Avrupa; son 100 yıl içinde önce Safevi Türk İmparatorluğunu, daha sonra Babil Türk İmparatorluğunu yıkmıştı. Şimdi de Osmanlı’yı yıkıyordu. Yani dünyanın üçte birinde kurulu üç Türk İmparatorluğu kendileri tarafından yıkıldığı halde onlara göre Türkler tarihte yoktu.
Atatürk ise; Türkler olmadan tarih yazılamayacağını, o anda üzerinde savaştığı Anadolu’nun bile bin yıllık değil, 7.000 yıllık Türk yurdu olduğunu iddia ediyor, Emperyalist Batının karşısına bir Türk Tarih Tezi ve Dil Teorisiyle çıkıyordu.
Bu yüzden Atatürk; “Geçmişini bilmeyenin geleceği yoktur” diyerek, o savaş yokluklarına rağmen bir “Dil Tarih Coğrafya Fakültesi”’ kurdurdu. Onun içinde Türklerin ve temas ettiği ulusların tarihini araştırmak için arkeoloji, antropoloji, coğrafya ve tarih bölümlerini oluşturdu. Anadolu Türklerinin atası saydığı Hititleri ve Sümerlileri araştırmak için Hititoloji ve Sümeroloji gibi özel bölümler kurdurdu.
İşte Muazzez; bu fakültede Hititoloji ve Sümeroloji eğitimi aldı. Sümer tarihi üzerinde uzmanlaştı, tam 33 yıl İstanbul Arkeoloji Müzesinde 70 bini aşkın Sümer tabletini temizledi, tasnif etti ve tercüme etti.
Sümer uygarlığının yazıyı kullanan, kanun düzenine sahip üretim ve ticaretin çok gelişkin olduğu bir uygarlık olduğunu gördü. Dahası Batının temeli oluşturan Yahudi ve Hristiyan Mitolojisinin Sümerlerden kaynaklandığını ortaya çıkardı.
Aynı dönemde bütün dünya Sümerlerin farkındaydı ve kendi mitolojilerini onlardan korumanın peşindeydi. Bu yüzden Dünyada 1500 adet Sümerolog vardı. Türkiye’deki Sümerolog sayısı 15 kadardı. Başta İngilizler olmak üzere bütün dünya, Sümer arkeolojik zenginliklerini ve özellikle tabletlerini Avrupa’ya taşımışlardı. Sadece British Museum’da Babil asıllı 200.000 tablet vardı. Muazzez’in çalıştığı İstanbul Arkeoloji Müzesinde ise 73.213 tablet vardı. Bütün bu uzman ve tarihi doküman farkına rağmen Muazzez, bu konuda 23 kitap yazdı. Yazının ve tek tanrılı dinlerin kaynağının Sümerler olduğunu ortaya koydu, en sonunda Sümerler Türk’tür kitabını yazarak ve bu iddiasını belgeleyerek Ata’sının sezgilerini haklı çıkardı.
Bugünlerde Atatürk’ün Muazzezleri diye nitelendirebileceğimiz bir sürü Türk Tarih ve Dil Bilimcisi ve objektif Batılı Tarihçi, Türk’ü inkar eden Batı Dünyasını araştırmaları ve tebliğleri ile sarsıyor. İskandinavya’dan İtalya’ya, Doğu Avrupa’dan Kazakistan’a, Mezopotamya’dan Anadolu’ya kadar Türklerin ayak izini takip ediyor ve “Dünya Tarihi Türklerle başlamıştır” ve “Türksüz tarih olmaz” diyorlar. Yazının ve tek Tanrının kaynağını Türk tarihine dayandırıyorlar.
Atatürk ölümünden 80 yıl sonra bile yetiştirdiği Muazzez’lerle haklı çıkmaya devam ediyor. Biz Atatürkçüler de onun bu haklılığıyla ve bu haklılığı kanıtlayan Muazzez İlmiye Çığ ile onurlanıyoruz. Kanımca en büyük onur payı da Muazzez İlmiye Çığ’acan yoldaşı olan ve MUAZZAM MUAZZEZ kitabını yazan dostumuz, arkadaşımız Sedef Kabaş’ındır.
Selam olsun Muazzez İlmiye Çığ’a ve onun gibi Atatürk’ün izinden gidenlere.