Batı’nın aynaya bakma vakti

Batı, bilim, teknoloji ve kültürdeki çarpıcı ilerlemeleriyle modern medeniyetin zirvesini temsil ediyor. Pek çok kişi için Batı, refahın, yeniliğin ve kaliteli yaşamın sembolü olarak görülüyor. Ancak bu parıltılı yüzeyin altında daha derin ve rahatsız edici bir gerçek yatıyor.

Batı’nın küresel hakimiyete yükselişi, yalnızca zekâsı ya da çalışkanlığıyla açıklanamaz. Bu başarı, diğer medeniyetlerin boyunduruk altına alınması, kaynaklarının sömürülmesi ve milyonlarca insanın hayatını kaybetmesine dayanan karanlık bir tarihle sıkı sıkıya bağlıdır. Batı, genellikle bu geçmişi örtbas etmeye çalışırken, ahlaki değerlerini evrensel birer ideal olarak sunmayı tercih ediyor. Ancak artık şeffaflık ve hesap verebilirliğin kaçınılmaz olduğu bir dünyada bu çabalar giderek daha az etkili oluyor.

Küresel bir model olma iddiasını sürdürebilmek için Batı, geçmişiyle dürüstçe yüzleşmek ve sahip olduğu gücün temellerini samimiyetle sorgulamak zorunda. Aynaya bakıp kendi çelişkilerini kabul etme vakti geldi.

 

Batı’nın gücünün ekonomik temelleri

Batı’nın üstünlüğü sadece bilimsel buluşlara değil, aynı zamanda ekonomik yapılarla topladığı zenginliğe de dayanıyor. Sanayi Devrimi’nden itibaren yaratılan artı değeri büyük ölçüde kendi içinde toplayan Batı, bu ekonomik avantajını kullanarak refahını sürekli yukarı taşıdı.

Reklamcılık ve medya gibi araçlar sayesinde Batı, kendisini insanlığın ulaşması gereken nihai hedef olarak konumlandırdı. Sosyalizm, sosyal demokrasi ve liberal kapitalizm gibi ideolojik çerçeveler, Batı’nın ekonomik sistemlerini şekillendirdi ve günümüz düzenine zemin hazırladı. Ancak bu sistemlerin geniş bir refah üretmekten ziyade, çoğunlukla elit bir azınlığın çıkarlarını koruyacak şekilde tasarlandığını görmek gerekiyor.

 

Batı’nın içindeki çelişkiler

Batı, homojen bir yapıdan çok uzaktır. Dışarıdan bir bütünlük izlenimi verse de kendi içinde derin çatışmalar ve farklılıklar barındırır.

ABD ile Avrupa Birliği (AB) arasında hem ekonomik hem de siyasi düzeyde belirgin farklılıklar mevcuttur. ABD, tek kutuplu bir dünya düzeni inşa etmeye çalışırken, AB çok kutuplu bir dengeyi tercih eder gibi görünse de kendi içinde ciddi çekişmeler yaşamaktadır.

AB, güçlü görünmek adına birlik görüntüsü vermeye çalışsa da 28 üye ülke arasındaki stratejik çıkar çatışmaları, ideolojik farklılıklar ve öncelik ayrılıkları bu yapıyı zaman zaman zayıflatıyor. Brexit bu çatışmaların en görünür örneklerinden biridir. Aynı şekilde, Akdenizli, Doğu Avrupalı, Balkan ve Germen kökenli üyeler arasındaki farklılıklar da bu uyumsuzluğu açıkça göstermektedir.

 

Refah arayışının tahribatı

Batı, refahını artırmak adına doğayı ve insanı bozma pahasına bir mücadele yürütmüştür. Bu süreç, genellikle “sürdürülebilir kalkınma” gibi aldatıcı ifadelerle gizlenir.

Sanayi Devrimi’nden bu yana doğa üzerindeki yıkım sistematik olarak devam etmektedir ve bunun bedelini en ağır şekilde ödeyenler genellikle Batı dışındaki toplumlar olmaktadır. Bugün, “iklim değişikliğiyle mücadele” bahanesiyle “yeşil mutabakat” gibi girişimlere hız verilse de bu yaklaşımlar, Batı’nın ekonomik üstünlüğünü koruma amacını gizleyememektedir.

Savaş, sömürü ve köleleştirme tarih boyunca olduğu gibi günümüzde de şekil değiştirerek devam etmektedir. Artık bu süreçler daha incelikli politikalar ve ekonomik bağımlılıklar aracılığıyla sürdürülmektedir.

Batı, refahını başkalarının mutsuzluğu ve çaresizliği üzerine inşa eden bir yapıdan beslenmektedir. Bu yapı içinde kendi çıkarlarını koruma adına pek çok adaletsizliğe göz yummaktadır.

 

Gücün ve mutluluğun bedeli

Batı’nın üstünlük iddiası, büyük ölçüde kendi toplumlarını mutlu etmek ve iktidarını korumak üzerine kuruludur. Ancak bu düzenin devamlılığı, diğer toplumların mutsuzluğunu, çaresizliğini ve teslimiyetini üretmekten geçmektedir.

Küresel ekonomik sistem, Batı’nın refahını korumak için diğer toplumları yoksulluk, savaş ve istikrarsızlık içinde tutan bir yapıya dönüşmüştür. Batı, kendi toplumlarının refahını artırırken, bunun karşısında oluşan yıkımı görmezden gelmektedir.

Eğer Batı, gerçekten adil bir dünya düzeninin lideri olmak istiyorsa, önce kendi geçmişiyle yüzleşmeli ve bugünkü politikalarını yeniden değerlendirmelidir. Daha kapsayıcı ve eşitlikçi bir yaklaşımı benimsemek, Batı’nın küresel sorumluluğu olmalıdır.

Bu, yalnızca Batı’nın kendi içindeki adaletsizliklere değil, dünya genelindeki eşitsizliklere de duyarlı olmasını gerektirir. Aksi takdirde Batı’nın üstünlük iddiası bir yanılsamadan ibaret kalacaktır.

Üstelik yeni yükselen güçler, Batı’yı zorlamaya, Asya, Afrika ve Latin Amerika değerlerini öne çıkarmaya ve ekonomik, teknolojik, finansal ve askeri alanda Batı’yı geride bırakmaya çoktan başlamıştır.

Batı için artık gerçeklerle yüzleşme ve küresel liderliğini sorumluluk, adalet ve tevazu temellerinde yeniden tanımlama vaktidir. Aksi halde, dünya düzenindeki yerini kaybetmesi kaçınılmaz olacaktır.