Geçen hafta ‘’Demokrasiler Tehdit Altında’’ demiştik. Bu bir hafta içinde yerelde ve genelde öyle şeyler oldu ki, ‘’tehdit’’ masum kaldı. Biz de bu sebeple eli büyütüyoruz, ‘’Demokrasiler Can Çekişiyor’’ diye başlıyoruz. Çünkü baktık, yerelde; siyasi tutuklamalar tam gaz devam ediyor. Herkes kabahati ‘’demokrasi’’de buluyor.
Genelde ise; Emperyalizmin demokrasi havarisi ABD’nin Trump ve Yahudi milyarderleri eliyle artık bir demokrasi değil, oligarşi olduğunu zaten söylemiştik.
Aynı şeyi Biden veda konuşmasında ’’Bugün Amerika’da aşırı zenginlik güç ve etkiye sahip bir oligarşi şekilleniyor. Bu şekilleniş temel haklar ve demokrasi konusunda Amerika halkı için bir tehdit oluşturabilir.” diyerek bizi doğruladı. Trump Oligarşisi; hiç vakit kaybetmeden, hemen yemin töreni ertesinde imzaladığı kararnamelerle Avrupa demokrasilerine saldırdı, tehditten öteye geçti.
Bu can çekişen demokrasi manzaraları karşısında dünya demokrasilerinin durumuna bir göz atalım.
Dünyada 205 ülke var bunlardan sadece 30 kadarı liberal demokrasi ile yönetiliyor. Bu ülkelerde Dünya nüfusunun sadece %13’ünü oluşturuyor. Bunların sadece %5’i tam demokrasi altında yaşıyor. Diğerleri özürlü demokrasi. Asya -Pasifik, Doğu Avrupa ve Orta Asya ve Afrika ve çoğu Güney Amerika ülkesi demokrasiden uzak.
Bu sonucun sebebi emperyalizmlerdir. En başta Yahudi güdümlü ABD Kapitalist Emperyalizmi olmak üzere, Sovyet Emperyalizmi, Çin Emperyalizmi, hatta Arap Kültür Emperyalizmi, hepsi can çekişen demokrasinin suçlularıdır.
Yeri gelmişken söyleyelim, şimdilerde birlik olmaya çalışan Türklerin, kısmen bağımlı ve otokratik rejimlerde yaşamalarının sebebi de bu emperyalizmlerdir.
Konuyu ABD Emperyalizmi ve demokrasi bazında genişletelim. ABD; İkinci Dünya Harbinden sonra, Japon ve Alman anayasalarını yaparak, demokrasi sahnesine çıktı.
Japon Anayasa’sı 1946 yılında Japonya’daki işgal yönetiminin başındaki General Douglas Mac Arthur’un emriyle Amerikalılar tarafından bir haftada yazılmıştır. Federal Alman Anayasası da; 1948’de ABD kontrolünde Bavyera’daki Herrenchiemsee şatosunda yazıldı. ABD ve müttefikleri tarafından onaylanarak yürürlüğe girdi.
Demokrasileri Anayasalarla kontrol altına almaya çalışan ABD, daha sonra dünya ekonomisini kontrol altına almaya başladı. Önce Avrupa’yı, sonra 1970’te Yahudi Dışişleri Bakanı Kissenger ile yaşlı Mao’yu ikna edip Çin’i, daha sonra Çin’le bir olup 1990’larda piyalaşmayı reddeden Sovyet yönetimini yıkarak, tüm dünyayı Kapitalist Piyasa Ekonomisi altında birleştirdi.
Bugün ABD’de Kapitalist Piyasa Ekonomisi, Avrupa’da Sosyal Piyasa Ekonomisi, Rusya’da ve Çin’de Sosyalist Piyasa Ekonomisi adı altında bütün dünyada tek bir Ekonomik Sistem, yani Piyasa Ekonomisi Sistemi vardır. Bu piyasa sistemi; siyasi otokrasileri ticarileştirmiş, ticari demokrasileri otokratikleştirmiştir.
Gelelim Türk demokrasisine…
Bizim demokrasi hikayemiz İkinci Dünya Savaşından sonra başladı. Sovyetler ve onların lideri Stalin; boğazlarda üs ve doğuda toprak talep ederek, açıkça Türkiye’yi tehdit etmeye başladı. Bu tehditler bizi ABD’ye yakınlaştırdı. ABD’de; Türkiye’ye ekonomik ve siyasi destek vermek için çok partili sisteme geçmemizi şart koştu. Böylece Türkiye hiçbir hazırlığı ve hukuki altyapısı olmadan, sözüm ona demokrasiye ve çok partili sisteme geçti.1946’da neyin ne olduğunu bilmeden, “açık oy, gizli tasnif” gibi bir garabet seçim bile yaşadı.
Sonuç olarak bizim demokrasi; ABD emperyalizminin etki ve manipülasyonları altına girdi. Müdahaleler, muhtıralar, darbeler, koalisyonlar ve hatta bize karşı kurulan terör örgütlerine dayalı partilerle 80 yıl kaotik bir demokrasi yaşadık. Kendimize özgü bir demokratik sistem oluşturamadık.
Önce Parlamenter Demokrasiyi denedik. Parti içi demokrasisi olmayan, koalisyonlar doğuran, istikrarsız ve yönetemezbir sistem oluşturduk. Sonra Başkanlık arayışlarına geçtik. Bugün hiçbir yerde örneği olmayan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine savrulduk. Yürütmeyi etkinleştireceğiz bürokrasiyi ortadan kaldıracağız derken yasama yürütme ve yargı bağımsızlığını kaybettik. Yargıyı yürütmenin etkisi altında soktuk. Anayasa yapmayı oyuna çevirdik. İnsanları kendilerine uygun anayasa arayışlarına yönelttik, otoriterleştik. Hızla otoriterleşen 10 ülkeden birisi olduk. Demokrasimiz dünya literatürüne “Seçimli Otoriterlik” olarak geçti. Artık ifade özgürlüğü tehdit altındaki ülkeler arasında sayılıyoruz. Demokrasimize herkes yeni bir ad koyuyor. Birileri halk yönetiminin hastalıklı hali anlamına gelen “Oklokrasi”, diğerleri “Mobokrasi” diyor. Güya mobokrasi ifade özgürlüğünü hiçe sayan dar görüşlü ve tepkisel kalabalıkların başka bireylere zorbalıkla yaptığı dayatmalar demekmiş. Mobokrasilerde; hukukun üstünlüğüne bakılmaz, çoğunluğun diktatörlüğü egemen olurmuş.
Daha ileri gidenlerde var.
Onlar da “Kleptokrasi”’ diyorlar Türk demokrasisine. O da; iktidarı ele geçiren siyasi ya da dini grubun o ülkenin kaynaklarını ele geçirmesi demekmiş.
Uygulanma kalitesine göre pek çok anlama geliyor demokrasi.
Oysa demokrasinin gideceği daha çok yol var. Ama önce demokrasi ‘’birey’’den başlamalı. Bireyin, bilimsel bilgiyi bilen, bunları birleştirebilen, sorgulayabilen, seçebilen, yani düşünebilen bir birey olması lazım. Yani birey önce düşünerek özgürleşebilmeli.
Düşünebilen özgür bireylerden oluşan toplumun önce vatandaşlığa, sonra yaşamdaşlığa ulaşabilmesi lazım. Kendine, yereline ve dünya geneline hakim bireyler; demokrasilerin teminatı, oligarşilerin panzehiridir. O zaman işte demokrasi boyut değiştirecek, yüzeysel boyuttan holistik boyuta evrilecek, insan birbiriyle, doğayla, kısaca yaşamla bütünleşerek, demokratikleşebilecektir.
Sözün özü; Demokrasinin teminatı düşüncedir, düşünebilen bireydir.