Ekonomik Göstergeler
Dolar
29.84 ₺
Euro
32.45 ₺
GBP
1.124 ₺
JPY
7.842
Ana Sayfa
Gündem
Spor
Köşe Yazıları
Podcast

Küresel güvensizlik sarmalı ve toplumda "Düşük Güven"in yükselişi

Okuma Süresi: 10
Küresel güvensizlik sarmalı ve toplumda "Düşük Güven"in yükselişi
Küresel güvensizlik sarmalı ve toplumda "Düşük Güven"in yükselişi
Paylaş:
Son günlerde konuşulan iki dizi var. Biri Daredevil, diğeri  de The White Lotus. Daredevil, bir mafya liderinin belediye başkanı olmasıyla, âmâ bir avukatın yani hukuk adamının onunla mücadelesini anlatıyor. Donald Trump’ın ikinci kere ABD başkanlığına seçilmesiyle başlayan diziden pek çok farklı anlam taşıyan yorumlara şahit oluyorum.
The White Lotus adlı lüks bir tesis şirketi tarafından işletilen egzotik yerlerde dağınık tatillere dalan zengin insanlar hakkında bir dizidir. 3. Sezonu ile öncekilere göre daha fazla ilgi uyandırdı. Ultra lüks bir konfor ve güvenlik kavramlarının nasıl yan yana gelebildiğini seyretmek için bir seçenek…
Budizm'de beyaz nilüfer, özellikle kargaşa veya siyasi kriz zamanlarında saflık ve aydınlanma ile karanlıktan çıkışın bir sembolüdür.
Yani bu iki nilüfer daha farklı olamazdı. Diziyi anlamanın en iyi yolu, bu iki dünya görüşünü tek bir vizyonda birleştirmektir. Karakterler çok yoğun bir şekilde canlı çünkü nilüferin uyardığı farklı bağlanma biçimlerini ve büyük pişmanlıklarını özetliyor.
Herkesten daha fazla, bu karakterlerin beyaz nilüferle bağlantılı ayrılma ve aydınlanmanın kurtuluşuna ihtiyacımız var. Ancak ters yönde gelişmeler var, umutlarımıza karşı bulutlar yayılıyor.
Niyetim size, son dizileri anlatmak değil. Dünyanın başlıca ülkelerindeki yönetim ve liderlerin dünyayı nasıl bir güven ve güvensizlik sorunu içine ittiklerine dair düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Küresel güvensizlik manifestosu
Google’ın 33 milyar dolara, güvenlik yazılımı şirketi Wiz’i satın alması; teknoloji dünyasının zirvesindeki şirketlerin bile "güvenlik" kelimesinin bir temel ölçüt olduğunun göstergesidir. Aslında sacayağı: Güven, güvenlik, emniyet… Böyle giderse bu üçlü, 21. yüzyılın kutsal kelimeleri haline gelecektir. Küreselleşme rüzgarları eserken, teknoloji hayatımızın her köşesine sızarken, uluslararası anlaşmalar imzalanırken, kültürler birbirine karışırken… Güvenlik, artık sadece askeri alanla sınırlı değil, toplumsal yaşamın her alanına nüfuz etmiş durumdadır.
Neden bu denli yaygın bir güvensizlik? Neden bu kadar yoğun bir güvenlik arayışı?
Bu soruların yankısı, sadece Silikon Vadisi’nin koridorlarında değil, küresel siyasetin arenasında, iş dünyasının karmaşık ağlarında ve hatta komşuluk ilişkilerimizin hassas dengelerinde de hissediliyor. Artık güven ve güvenlik sorunu, coğrafi sınırları aşan, rejimlerden bağımsız küresel bir olgu. "Düşük güven toplumu" kavramı, bu küresel güvensizlik sarmalını anlamak için kritik bir pencere açıyor.
Bir zamanlar sadece kapalı rejimlerde karşılaştığımız güven ve güvenlik problemi, günümüzde küresel bir olgu haline geldi. Amerika'dan Avrupa'ya, gelişmiş demokrasilerden otoriter rejimlere kadar her toplum, kendi güven krizleriyle yüzleşmektedir. İlk olarak Francis Fukuyama tarafından kapsamlı şekilde incelenen "düşük güven toplumları" kavramı, artık sadece belirli bölgelere özgü bir özellik olmaktan çıkıp, küresel bir fenomene dönüşmüştür. Bazı düşünürler de, “güç mesafesi” kavramını da bununla ilişkilendirirler. Ben buna “özgüven eksikliği” diyorum.
Buzdağının su yüzeyindeki kısmı
Çin’e giden işadamı ve yatırımcıların anlattığı bir hikaye, konuyla ilgili zihinlerde konuya ışık tutuyor. Batılı bir şirket, Çinli bir firmayı satın alma sürecinde her şey yolunda giderken; “sosyal güvenlik” denilen görünmez bir duvarla karşılaşıyor. Çin’de sosyal güvenlik yükümlülükleri, labirent gibi karmaşık ve maliyetli. Öyle ki, şirketler çoğu zaman bu yükümlülükleri tam olarak yerine getirmek yerine, gri alanlarda dans etmeyi tercih ediyor. Devlet de bu duruma çoğu zaman göz yumuyor; çünkü katı bir denetim, ekonomik dengeleri alt üst edebilir.
Çinli çalışanlar, bu durumu Batılı yatırımcılara anlatmakta zorlanıyor. “Yasal olarak yanlış, ama pratikte ‘Çin usulü’ bir gerçeklik” demeye çalışıyorlar. Batılı yöneticilerin “Bu kölelik değil mi?”tepkileri, iki farklı dünya görüşünün, iki farklı “güven” anlayışının çarpışmasını resmediyor. Bu hikaye, sadece Çin’e özgü bir durum değil, küresel bir gerçeği işaret ediyor: Kurallar kağıt üzerinde katı, uyum pratikte nadir, yaptırımlar ise çoğu zaman seçici…
Yabancıya şüpheyle bakmak
“Düşük güven toplumu” kavramı, bireylerin, özellikle de “yabancı” olarak algıladıkları kişi ve kurumlara karşı derin bir şüpheyle yaklaştığı sosyal yapıları tanımlıyor. Batı’nın “yüksek güven” toplumlarında, tanımadığımız birine ilk etapta güven duymak, aksi kanıtlanana kadar varsayılan bir norm iken, Çin gibi “düşük güven” toplumlarında durum tam tersi. Güven, sıfırdan başlar, zamanla ve kanıtlarla yavaş yavaş inşa edilir.
Son dönemde ise, “güven”in tam tesis edildiği ülkelerde bile, güven ve güvenlik erimesi yaşanıyor. Uluslararası ilişkilerde bile…
World Values Survey’in verileri bu tabloyu net bir şekilde ortaya koyuyor. Çin’de insanların sadece yüzde 24’ü yabancılara güven duyduğunu belirtirken, bu oran İsveç’te yüzde 68, ABD’de ise yüzde 35. Küresel sıralamada Çin, 100 ülke arasında 85. sırada kendine yer buluyor. Harvardlı sosyolog Eric Uslaner’in dediği gibi, “Düşük güven, ekonomik eşitsizlik ve yolsuzlukla doğrudan bağlantılı.” Yani, güvenin erozyonu sadece sosyal bir sorun değil, aynı zamanda ekonomik bir maliyet de demektir.
İstatistikler alarm veriyor
Son yıllarda dünya genelinde yapılan araştırmalar, toplumsal güven seviyelerinde ciddi bir düşüş yaşandığını gösteriyor. 2023 Edelman Güven Barometresi'ne göre, küresel ölçekte insanların kurumlara güveni son beş yılda ortalama %10,5 oranında azaldı. Bu düşüş, sadece Çin gibi geleneksel "düşük güven" toplumlarında değil, İskandinav ülkeleri gibi tarihsel olarak "yüksek güven" toplumlarında da gözlemleniyor. Bu arada, “düşük güven” oranı, batılı toplumlarda düşerken, Çin’de nispeten yükselmeye başladığını da hatırlatayım.
Diğer taraftan, Dünya Değerler Araştırması'nın 2023 verilerine göre ise, küresel ölçekte "çoğu insana güvenebilirim" diyenlerin oranı 1980'lerde %38 iken, 2023'te %26'ya geriledi.
Amerika Birleşik Devletleri, bir zamanlar "yüksek güven toplumu" olarak anılırken, bugün ciddi bir güven kriziyle karşı karşıya. Gallup'un 2024 araştırmasına göre, Amerikalıların devlet kurumlarına güveni 1970'lerde %70'in üzerindeyken, bugün %28'e düştü. Stanford Üniversitesi'nden Profesör Larry Diamond, bu durumu “Amerika'da yaşanan güven erozyonu, demokratik kurumların temelini sarsmaktadır” şeklinde yorumluyor. Avrupa’da da durum farklı değil. Avrupa Komisyonu’nun “Eurobarometer” anketine göre, Avrupalıların yalnızca %45’i ulusal kurumlarına güveniyor; bu oran 2007 öncesi dönemde %65 seviyesindeydi.
Küresel güvensizliğin anatomisi
Peki, bu küresel güven krizi neden yaşanıyor? McKinsey Global Institute'un 2024 tarihli "Güven Ekonomisi" raporuna göre, günümüzde güveni etkileyen beş temel faktör var:
. Ekonomik eşitsizlik: Gelir adaletsizliğinin arttığı toplumlarda güven hızla azalıyor. Gini katsayısındaki her 0.1 puanlık artış, toplumsal güvende %7.2'lik bir düşüşe neden oluyor.
. Dezenformasyon: Sosyal medya ve dijital platformlardaki yanlış bilgi yayılımı, kurumsal güveni zedeliyor. Oxford Internet Institute'un araştırmasına göre, günde 4 saatten fazla sosyal medya kullanan bireylerde kurumsal güven, daha az kullananlara göre %23 daha düşük.
. Kurumsal şeffaflık eksikliği: Şirketlerin ve hükümetlerin şeffaflığı ile toplumsal güven arasında doğrudan bir ilişki var. Transparency International'ın 2024 verilerine göre, şeffaflık endeksinde her 10 puanlık düşüş, toplumsal güvende %15.5'lik bir azalmaya karşılık geliyor.
. Kuşaklararası deneyim farklılıkları: Z kuşağı ve Alfa kuşağı, önceki kuşaklara kıyasla kurumsal yapılara çok daha az güven duyuyor. Pew Research Center'ın 2023 araştırmasına göre, Z kuşağının hükümetlere güveni, Baby Boomers kuşağına göre %36 daha düşük.
. Küresel belirsizlik: Pandemi, savaşlar, iklim krizi gibi küresel şoklar, toplumlarda güven bunalımını derinleştiriyor. Trump’ın Avrupa ile gümrük tarife artışı ile ticaret savaşı tehdidi gibi jeopolitik gerilimler de bu belirsizliği körüklüyor.
Tarihin gölgesi
“Gelinim sana söylüyorum, kızım sen anla” özdeyişiyle Çin örneğimizden devam ediyorum. Çin’in düşük güven kültürü, gökten zembille inmedi, genetik kodlarla atalarından kalmadı. Kökenleri derinlerde, tarihin tozlu sayfalarında ve kültürel kodlarda saklı.
20. yüzyıl Çin’i, kıtlıkların, savaşların ve siyasi istikrarsızlıkların arenasıydı. Özellikle 1959-1961 Büyük Kıtlık dönemi, 15 ila 45 milyon insanın ölümüne yol açtı. Kaynakların kıtlığı, hayatta kalma mücadelesini acımasız bir rekabete dönüştürdü. Bu kolektif travma, insanlarda derin bir güvensizlik tohumu ekti. Önümüzdeki süreçte yeni istikrarsızlık ve ekonomik etkiler altında güvenin nasıl eriyeceğini tahmin edin.
Çin nüfusunun yüzde 90’ı ateist veya agnostik. Dinin sağladığı ahlaki çerçeve ve toplumsal dayanışma mekanizması, Çin toplumunda zayıf kaldı. Bu durum, bireysel çıkar odaklı davranışları ve “herkes kendi başının çaresine baksın” anlayışını güçlendirdi. Dinin, ahlaki bir çerçeve sağlamadığı toplumlarda toplumsal dayanışmayı ne sağlayacak?
Konfüçyüsçülük, aile ve yakın çevreye büyük önem verir. Bu değerler sistemi, “iç grup” ve “dış grup” ayrımını derinleştirdi. Aileye, arkadaşlara ve tanıdıklara sonsuz güven duyulurken, “yabancı” olan herkes potansiyel bir tehdit olarak algılandı. Gelenekler ile bağların koptuğu ortamların bizi nasıl yabancılaştıracağını da göz ardı etmemek gerek.
Günlük hayatta güvensizlik
Çin’de düşük güven, sadece istatistiklerde ve akademik çalışmalarda değil, günlük hayatın her alanında kendini gösteriyor.
Kırsal bir Çin köyünde, komşudan alınan bir yumurtayı iade etmek bile şüpheyle karşılanabiliyor. “Ya bizi hırsız sanırlarsa?” endişesi, en basit komşuluk ilişkilerini bile zehirleyebiliyordu.
Çin iş dünyasında, müzakereler sadece toplantı odalarında değil, ziyafet sofralarında da şekillenir. Baijiu (pirinç likörü) içmek, potansiyel iş ortaklarının “gerçek yüzünü” görmek için bir test olarak kabul edilir. Çin’de iş anlaşmalarının yüzde 70’i resmi olmayan sosyal etkinliklerde kotarılıyor.
Alibaba’nın Sesame Credit sistemi, 550 milyon kullanıcıyı davranış puanlarıyla derecelendirerek, düşük güven açığını kapatmaya çalışıyor. Bu sistem, kişisel verileri kullanarak güven inşa etmeyi amaçlasa da, Orwellvari (1984 romanı) bir distopyanın da kapılarını aralayabilir.
Yavaş müzakereler, yüksek maliyetler, geciken yatırımlar
Düşük güven, Çin ekonomisi ve yabancı yatırımcılar için ciddi zorluklar oluşturmaya başladı. Benzer bir durumu bugünlerde ABD’de, Avrupa’da veya başka bir ülkede de yaşanmaya başlandı.
Ama işin bir de iyi tarafı var, en azından Çin için… Çin’de ortalama bir iş anlaşması, Batı’ya kıyasla yüzde 40 daha uzun sürüyor. Güven inşa etme süreci, sabır taşını çatlatacak kadar uzun ve meşakkatli olabiliyor.
Dünya Bankası verilerine göre, Çin’de bir sözleşmeyi uygulamak ortalama 496 gün sürüyor. ABD’de bu süre 420 gün, Singapur’da ise sadece 164 gün. Bürokratik labirentler, yüksek işlem maliyetleri ve hukuki belirsizlikler, yabancı yatırımcıları caydırabiliyor.
2018’de Tesla’nın Şanghay fabrikası, yerel tedarikçilerle yaşanan güven sorunları nedeniyle üretimde tam 6 ay gecikti. Güven eksikliği, sadece zaman ve para kaybına değil, aynı zamanda itibar kaybına da yol açabiliyor.
Sert yasalar, seçici uygulama
Paradokslarla dolu bir yapıya sahip olan Çin hukuk sisteminde, kağıt üzerinde son derece katı yasalar bulunurken, uygulama pratikte oldukça seçici ve keyfi olabiliyor.
Çin Ceza Kanunu’nda tam 422 suç tipi tanımlanmış durumda. Ancak bu yasaların yüzde 80’i tam olarak uygulanmıyor. Mesela, sosyal güvenlik katkılarının sadece yüzde 35’i tam olarak ödeniyor.
2023’te Evergrande’nin iflas sürecinde, hükümet bazı yöneticileri hedef alırken, benzer durumda olan birçok şirkete göz yumdu. Yaptırımların seçici uygulanması, hukuka olan güveni zedeliyor.
Peking Üniversitesi’nden hukuk profesörü He Haibo’nun çarpıcı ifadesiyle, “Hukuk, Çin’de adalet aracı olarak değil, bir kontrol aracı olarak kullanılıyor.” Hukukun araçsallaştırılması, toplumda güvensizlik duygusunu derinleştiriyor. “Kontrol aracı” tanımı artık, pek çok ülkede daha çok hissedilen bir kavram haline geldi.
Teknoloji, genç nesil ve küresel etkileşim
Bütün bunlara rağmen, Çin’in düşük güven toplumu yapısı, gelecekte nasıl bir dönüşüm geçirecek? Teknoloji, genç nesil ve küresel etkileşim, bu dönüşümde kilit rol oynayacak mı?
Tencent’in sosyal kredi sistemi, 2025’e kadar 1.4 milyar kişiyi kapsayacak şekilde genişliyor. Ancak AI Ethics Lab direktörü Anna Fang’ın uyarısı önemli: “Algoritmik önyargı, güven sorununu çözmek yerine daha da derinleştirebilir.” Teknoloji, doğru kullanıldığında güven inşa edici bir araç olabilirken, yanlış ellerde distopik bir gözetim mekanizmasına dönüşebilir.
18-30 yaş arası Çinlilerin yüzde 52’si, ebeveynlerinden daha fazla “yabancılara güven” duyduğunu belirtiyor. Bu durum, genç neslin daha açık fikirli ve küresel bir bakış açısına sahip olduğunu gösteriyor. Ancak bu değişim, toplumsal dönüşümü tetiklemek için yeterli mi, zamanla göreceğiz.
Çin’in devasa “Kuşak ve Yol” projesi, düşük güven kültürünün uluslararası arenadaki yansımalarını gözler önüne seriyor. Projede yaşanan anlaşmazlıklar, işbirliği zorlukları ve şeffaflık sorunları, güven eksikliğinin küresel ölçekte nasıl sorunlara yol açabileceğini gösteriyor.
Batı’da da, ABD’nin Ukrayna’ya tepkisi, küresel gümrük tarife uygulamaları, NATO’daki ihtilaflar başta olmak üzere uluslararası ilişkilerde yaşananlar, güven azalmasının ve güvensizlik sorununun derinleşmesine yol açıyor.
Teknoloji inşa edici mi, yıkıcı mı?
Küreselleşen dünyada teknoloji, hem güven inşa etme potansiyeli taşıyor hem de güvensizliği derinleştirebiliyor. Blockchain, yapay zeka destekli güvenlik sistemleri, biyometrik kimlik doğrulama gibi yenilikler, güvenliği artırabilirken, deepfake videolar, siber dolandırıcılık ve veri ihlalleri güveni sarsabiliyor. MIT'den Profesör Sherry Turkle, bu paradoksu “Teknoloji, bir yandan güvenliği artırırken diğer yandan mahremiyet ve özerklik duygusunu aşındırıyor” şeklinde açıklıyor.
Japonya’nın önde gelen stratejistlerinden Prof. Narushige Michishita’nın “Peace Technology” (2023) kavramı, teknolojinin barış inşasında nasıl kullanılabileceğine dair yeni bir çerçeve sunmaktadır: “Savaş teknolojisine yapılan yatırımın onda biri barış teknolojilerine yapılsa, dünya çok daha güvenli bir yer olacaktır.”
Çin'in WeChat Pay sistemi ve sosyal kredi sistemi gibi örnekler, teknolojinin hem güven altyapısı oluşturabileceğini hem de otoriter kontrol mekanizmalarına dönüşebileceğini gösteriyor. Beijing Normal Üniversitesi'nden Profesör Zhang Wei, "Teknolojik güven mekanizmaları, özgürlüğü kısıtlayıcı sosyal kontrol araçlarına dönüşebilir" uyarısında bulunuyor.
Küresel çözüm arayışları
Küresel güven krizi, aynı zamanda toplumları ve kurumları yeniden tasarlamak için bir fırsat sunuyor. OECD'nin "Güven İnşası ve Demokrasiyi Güçlendirme" raporu ve Columbia Üniversitesi Toplumsal Dirençlilik Merkezi'nin çalışmaları, kurumsal ve toplumsal güveni yeniden inşa etmek için yenilikçi stratejiler sunuyor. Katılımcı yönetişim, algoritmik şeffaflık, hesap verebilirlik mekanizmaları, yerel topluluk bağlarını güçlendirme, kuşaklararası işbirliği programları, dijital okuryazarlığı geliştirme ve ekonomik kapsayıcılık gibi yaklaşımlar, güveni yeniden inşa etmek için umut vadediyor. Ruanda'nın soykırım sonrası güven dönüşümü, geleneksel değerlerin modern kurumlarla birleştirilmesinin başarılı bir örneğini sunuyor.
Güven inşasının geleceği
Güven krizi, 21. yüzyılın en büyük küresel sorunlarından biri haline geldi. Bu kriz, sadece ekonomik değil, toplumsal ve politik istikrarı da tehdit ediyor. Oxford Üniversitesi'nden Profesör Paul Collier'in dediği gibi, "21. yüzyılın en büyük mücadelesi, giderek karmaşıklaşan ve birbirine bağlı dünyamızda güven inşa etmektir.”
Son dönemde, dünyanın farklı ülkelerinde Z Kuşağının sokak gösterileri ve tepkileri, bir yönüyle bu konuda umut veriyor.
Güven, bir kez yıkıldığında yeniden inşası zor olan, ancak toplumların ve kurumların başarısı için vazgeçilmez bir sosyal sermaye biçimidir. Geleceğin liderlerinin en önemli görevi, bu sermayeyi korumak ve geliştirmek olacaktır.