Uluslararası ilişkiler literatüründe uzun süredir kabul gören bir teori vardır: Demokratik Barış Teorisi. Bu teoriye göre, demokratik ülkeler birbirleriyle savaşmaz. Bunun nedeni yalnızca ortak değerler veya halkın savaş istememesi değildir; aynı zamanda demokratik sistemlerin şeffaflığı, hesap verebilirliği ve kurumlar arası denge mekanizmaları sayesinde krizlerin genellikle barışçıl yollarla çözülmesidir. Bu nedenle Amerika Birleşik Devletleri, onlarca yıldır dış politikasında demokrasiyi yaymayı sadece ideolojik bir hedef değil, aynı zamanda küresel barış ve istikrarın teminatı olarak da görmüştür.
Ancak bu teori bugün Türkiye gibi ülkelerde ciddi bir sınavdan geçmektedir. Tarihsel olarak ABD, Demokratik Barış Teorisi’ni yalnızca barış ve istikrar arayışıyla değil, aynı zamanda kendi jeopolitik ve ekonomik çıkarlarını güçlendirmek için de kullanmıştır. Demokrasi ihracı, çoğu zaman stratejik önceliklere göre seçici biçimde uygulanmıştır. Almanya ve Japonya'nın demokratikleştirilmesi başarı örnekleri olarak sunulsa da Latin Amerika'da veya Orta Doğu'da ABD’nin desteklediği birçok müdahale ve rejim değişikliği, demokrasiden çok otoriter işbirlikçilerin çıkarına hizmet etmiştir. 2003 Irak işgali ya da 1980’lerde Latin Amerika’daki darbeler, demokrasi adına yapılan ama sonuçları itibarıyla demokratik değerlere ciddi zarar veren müdahalelerdir. Yani ABD’nin demokrasiye yaklaşımı ilkesel değil, çoğu zaman araçsaldır. Bu ikiyüzlü tutum, bugün Türkiye gibi ülkelerde yaşanan otoriterleşmeye karşı sessiz kalınmasını da kısmen açıklamaktadır.
Son haftalarda Türkiye'de yaşananlar, yalnızca yerel bir siyasi gerilimden ibaret değil; demokrasiye inanan herkes için bir uyarı işareti niteliğindedir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın en güçlü siyasi rakiplerinden birinin hapsedilmesi, öğrenci protestolarının şiddetle bastırılması ve gençlerin düşüncelerini ifade ettikleri için hapse atılması, artık “demokratik gerileme” ifadesinin yetersiz kaldığını göstermektedir. Bu, açıkça otoriterleşmedir.
Amerika Birleşik Devletleri’nin, bu gelişmelere sessiz kalması düşünülemez. Türkiye, Amerika’nın hem NATO üyesi bir müttefikidir, hem de uzun yıllar boyunca Batı ile kurduğu ilişkilerde demokrasiyi ortak bir değer olarak lanse etmiş bir ülkedir. Bugün yaşananlar, bu değerlerin açıkça ihlalidir. Eğer ABD, dünyada demokrasiyi savunduğunu iddia ediyorsa, en yakın müttefiklerinden birinde yaşanan bu tür ihlallere karşı açık ve kararlı bir tutum sergilemelidir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan yönetimi, artık sadece demokratik standartlardan sapmakla kalmıyor; açıkça otoriter bir rejimi kurumsallaştırıyor. Siyasi rakiplerin keyfi biçimde hapsedilmesi, üniversite öğrencilerinin ve gençlerin protesto haklarının zorla bastırılması, polis şiddeti ve ifade özgürlüğünün sistematik olarak yok edilmesi bu sürecin yalnızca başlangıcı olacak gibi gözüküyor. Beyaz Saray ise, Gezi olaylarında Obama hükümetinin aksine, bu baskılara karşı ya sessiz kalıyor ya da yetersiz, diplomatik cümlelerle geçiştiriyor.
ABD eğer hâlâ demokrasiye değer verdiğini iddia ediyorsa, artık açık konuşmalı:
Türkiye’deki siyasi tutukluluklara karşı net, isim verilerek özgürlük çağrısı yapmalı.
Öğrenci protestolarına uygulanan şiddet karşısında koşulsuz destek vermeli…
İnsan hakları ihlallerine karışan yetkililere karşı hedefli yaptırımları hemen gündemine almalı…
En önemlisi, ABD artık “stratejik ortaklık” bahanesiyle otoriterliğe sessiz kalmaktan vazgeçmeli…
Unutulmamalı ki, demokrasi sadece savaşları önleyen bir sistem değil; değerlerin sınandığı anlarda tutarlılık gösterme meselesidir. Türkiye halkı bugün demokratik bir gelecek için mücadele ediyor. Onları yalnız bırakmak, sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada demokrasiye olan inancı zayıflatmaktadır.
Trump artık karar vermeli: Demokrasi ABD için artık yalnızca bir söylemden ibaret mi?
Siyasal bir yaklaşım: Amerika, Türkiye’ye karşı neden sessiz?
Siyasal bir yaklaşım: Amerika, Türkiye’ye karşı neden sessiz?

Paylaş: